Hüseyin Rahmi Gürpınar

Şıpsevdi


Скачать книгу

bakımından alafrangaya üstünlüğünü ispat için Raci, ağabeyine karşı çene sallamaya uğraştığı zaman şu cevabı alırdı:

      “Boğulur gibi tıkınmakta ne mana var? Arkandan atlı kovalamıyor ya? Önünde, tabağındaki parça senin… Oraya başkasının eli uzanacak değil… Lokmanı ağır ağır kes, ağır ağır çiğne, ağır ağır yut. Böyle yenilen yemek kolay hazmolunur. Çiğnemeden yutulan yemeği mide nasıl hazmedebilir? Sen ağzının dişlerinin hazım için ilk vazifelerini de zavallı midene yüklüyorsun… Çok sürmeyecek, sende mide sancıları başlayacaktır.”

      Ağabeyinin bu sözlerine karşı Raci, çoğu bir cevap bulamaz, öyle yutkunur dururdu. Sahanların, lengerlerin büyüklüğü ve içindekiler sofradakilerin sayısına göre hazırlanan alaturka sofralar müstesna… Fakat orta yerde göçürek, yani alelade piyata tabağı büyüklüğünde bir sahan, içinde irili ufaklı üç kemik, bunun etrafında sekiz dokuz kişi… Bulunduğunuz yerden öyle bir mide zevki aceleciliğiyle sahana atılmaya elverişli değil… Şöyle ağır, kırıla döküle yemek icap ediyor. Elinizi sahanda önünüze rastlayan et parçasına sundunuz. Et güzel pişmiş ve kemik üzeri de dolgunca ise bir parça şey koparabilirsiniz. Ya yemek pişkin değilse? Oradan gıdayı koparıp almak her parmağın harcı değildir. Elinizi uzun müddet sahanda tutmak da ayıp… Bir şey koparamadığınızı, yani o beceriksizliğinizi yanınızdakilere hissettirmek de pek uygun düşmez… O hâlde, güya sahandan kısmetinizi almışsınız gibi bir hokkabazlıkla elinizi ağzınıza götürüp o vehimden ibaret lokmayı afiyetle yutuyor gibi yaparak parmaklarınızın uçlarını yalamaktan başka çare yok… Etler pişkin, kemikler dolgunca da olsa sahanın büyüklüğü etrafındakilerin sayısına uygun değilse üçüncü lokmada parmaklarınızı çıplak bir kemiğe sürtüp ağzınıza bomboş götürmek gene zaruri olur. Aç kaldığınız neyse ne… Ev sahibinin aşırı nezaketi de sizi bir taraftan sıkar.

      “Aman efendim, hiç buyurmuyorsunuz!” iltifatlarına karşılık “Allah ziyade etsin, çok yedim.” kabilinden cevap yetiştirmelidir. Ev sahibi ikramcılığını çok ileriye vardırırsa çok doymuşlara mahsus süzük göz ve tembel bir davranışla elinizi göğsünüze götürüp boş midenizin şişkinliğini göstererek “Merhamet buyurun efendim. Artık kulunuzda hâl kalmadı. Şerefinize bugün gene fazla kaçırdık…” sözleriyle aç karnına şu yolda teşekkür mukabelesinde bulunmak âdeta terbiyede farz hükmündedir.

      Alaturkada yemekler pek pişkin ve bol da olsa gene aynı kapta herkesin parmaklarıyla didikleyip durduğu bir kemiği sizin de didiklemek, sofradakilerden birinin iltifat olsun diye eliyle koparıp size ikram ettiği bir parçayı alıp yemek, bu yeme usulüne alışkın olmayanlar için uyulması pek güç bir iştir. Ellerin temiz olduğu iddia edilse de ağza girip çıkışta parmaklar hep salyaya dokunacağından bu temizlik bir iddiadan ibaret kalır. Meselenin ehemmiyeti yalnız temizlikten ibaret değildir. Bu yemek usulü hijyen ve hastalıkların sirayeti bakımlarından cidden kaçınılacak şeydir.

      Alaturkayla alafranga arasında ortalama bir sofra tertibi vardır ki şimdilerde bu usul gitgide yaygınlaşıyor… Yuvarlak bir yemek masası, etrafında iskemleler, herkesin önünde birer tabak, birer çatal, kaşık. Ama bıçak yok. Hâlbuki bıçaksız çatal hiçbir iş göremez. Koparılması icap eden et parçalarının üzerine saplanıp kalır. Farz ediniz ki önünüzde bir pirzola parçası var. Bir elde de bıçak olmayınca çatal, bu parçanın yenilmesini nasıl kolaylaştırabilir? Pirzolayı yemek için ya çatalı bir tarafa bırakıp eti elle parçalamalı yahut külbastının kemiğinden tutarak yemeye başlamalı… Külbastı böyle olunca yumruk gibi kalın ve kabaca olan biftek, fileto parçalarını yemek için yalnız çatalın o koca et parçalarını ağza kadar götürmekten başka kolaylaştırıcı bir aracılığı olamaz. Tam porsiyon bir filetoyu ağza götürmek bir şey değil. Ama onu takımıyla yutmak marifettir ki, mide zevkiyle en ziyade nam salmış olanlarda bile öylesine geniş bir ağız, öyle su borusu kadar bir mide borusu tasavvur edilemez.

      Lakin denecek ki, öyle yarım alafranga sofralarda o gibi koca parça biftekler, filetolar arama… Pekâlâ ama beraber bıçak olmayınca çatal her hâlde yardımcısız kalmış demektir. Bu ortalama sofralarda herkesin önündeki tabaklar ekmek koymaya mahsus gibi öyle süs için duruyor, gene herkes ortadaki aynı kaba çatal uzatıyor, farz olunsun ki sofranın orta yerindeki sahanın içinde bulunan biftek değildir de yahnidir. Yalnız çatalla yahniyi koparmak, bıçaksız biftek yemekten daha kolay mıdır zannedersiniz? Çatalı yahni parçasına saplar, sağa sola birer defa burarsınız. Ne koparsa bahtınıza… Ya lokma denebilecek bir şey koparmayı başaramazsanız? Birkaç dakika sahanın içinde oynamak da olamaz… Siz oradan kolunuzu çekeceksiniz ki yanınızdaki uzansın… Çatalı bir, iki defa burup geriye çektiniz. Bir de baktınız ki üzerine birkaç tel adale ipliğinden başka bir şey takılmamış. Çaresiz, onu ağzınıza götürüp yaladıktan sonra tekrar sahana uzanmalı, bu başarısızlığınız sekiz on lokmada tekrarlanırsa ev sahibinin “Rica ederim efendim, hiç buyurulmuyor…” yollu iltifatlarını yalanlamak için midenizin boşluğuna rağmen “Yiyorum efendim, üzülmeyin…” cevaplarıyla doyduğunuza kendinizi de inandırmaya uğraşarak “Ya Rabbi şükür!” der, sofradan kalkarsınız…

      Meftun, küçük kardeşine alafranganın zarifliğinden, inceliğinden bahse uğraşır. Onun birtakım incelikler, “finesse”lerle59 yontulmasına çalışırken Raci ne yapar yapar, bahsi “gastronomi”ye, yani mide zevki üzerine çevirir, sofraların çeşidinden ve bunların her birinde görülen fayda ve hususi mahzurlardan uzun uzadıya söz açmak yolunu bulurdu.

      Alafranga sofranın birtakım rahatsız edici külfetlerinden dolayı obur Raci, sahanlar büyük, etler pişkin, yemekler bol olmak şartıyla alaturkayı yahut orta usulü alafranga sofralara büsbütün tercih ederek ağabeyini kızdırır, o zavallı alafranga budalasına bu üç türlü sofranın birbirleriyle mukayesesi hakkında böyle saatlerce çene yorar dururdu.

      Raci, İstanbul’da bir öğrencinin yapabileceği kadar tahsil görmüştü. Büyük kardeşine nispetle ahlakı sağlam, özü doğru, sözü toktu. Kardeşinin aşırı alafranga zevzekliklerine bazen pek canı sıkılır; aile fertlerini kardeşindeki bu tutkunluğun birçok rahatsız edici şekillerinden kurtarmak için elinden geldiği kadar uğraşır; üstün geleceğine aklının kestiği noktalarda doğruyu söylemekten sıkılmaz; uzun uzadıya mücadelelerden geri durmazdı. Ağabeyinin aile servetinin üstüne çıkarak alafrangaya gösterdiği merak ve tutkunluk yüzünden gülünç olduğu, herkesin alaylarına uğradığı tarafları bile, bazen açıklamaktan çekinmezdi. Meftun’un ismini Koca Deli koymuştu. O yokken adını anarsa hep bu alaycı isimle anardı.

      Meftun’un kız kardeşi Lebibe Hanım:

      Bu da on sekiz on dokuzunda var. Şişmanlık hastalığına tutulmuş bir kız. Zayıflamak için gazetelerde şarlatanca ilanlarda gördüğü yalancı ilaçların hepsini birer birer kullanmış ama evvelkinden çok semirmekten başka bir netice elde etmeye muvaffak olamamıştı. Evdeki çapaçul hâli pek o kadar hoş, o kadar alımlı değildi. Sokağa çıkmak için kat kat pudra, allık süründüğü, kaşlarını islediği, gözlerini kuyruklu sürmelerle tahrillediği zaman kendini dev anasına benzeten kadınlara biraz hak verdirecek bir hâle gelmekle o “tip”lere mahsus bir güzellik, bir çekicilik peyda olurdu. Lebibe Hanım’ın tuvaletindeki en büyük başarısı, yanak çevresine kondurduğu yapma benin yerini tayin etmekte gösterdiği ustalıktı. Yeldirme yahut çarşafın içinde bıngıl bıngıl, püfür püfür yürüdüğü zaman kendisini karaman koyununa benzetmelerine pek canı sıkılır, hemen işitilir işitilmez bir mırıltıyla “Dilin tutulsun!” demekten kendini alamazdı.

      Lebibe’nin bu noksanını, daha doğrusu bu yaratılış fazlasını örtebilmek için tahsiline özen göstermek, zekâsını, bilgisini