Hüseyin Rahmi Gürpınar

Şıpsevdi


Скачать книгу

tıkıştırılan bu garip malumat içinde dönüp dolaşıyor, bilgisini saldırmak için bir türlü uygun bir mecra bulamayarak şaşırıyordu.

      Bugün, Paul ile Virginie hikâyesindeki o masum sevginin uğradığı üzücü ayrılığa ağlarken yarın eline tutuşturulan pek maddi, pek hayvanca tasvirleri, ifade kabalığıyla zihnini altüst eden bir eserin zıt tesirleri altında bunalıyordu. Bu çeşitli ama sığ bilgisiyle Lebibe, Fransızların “bas bleu” yani mavi çorap dedikleri bilgiçlik taslayan edebiyatçılarına döndü. Edebî değerini Meftun’dan başka kimsenin takdir edemeyeceği bazı edebî parçalar karalamak istidadını bile gösterdi. Meftun Bey, kız kardeşindeki bu derin edebiyat istidadını bazen o derece takdir ediyordu ki “Böyle giderse bizim Lebibe ‘dekadan şairler’den meşhur Verlaine’in kadını olacak, yani o kudrette bir harika kesilecek…” demeye kadar varıyordu.

      Ailenin geliri bir zenci aşçı kadından, biri erkek, öbürü kadın iki hizmetçiden sonra bir de küçük hanıma mürebbiye tutmaya müsait olmadığından Meftun, kız kardeşinin tahsili cihetini kendi üstüne almış, pratik tarafını da Matmazel Eleni’ye yüklemişti.

      Teyze Vesile Hanım’ın kızı Rebia, on altısında kadar, esmerce, kuruca, ufacık siyah gözlü bir kız. Eğitim ve öğretim namına birkaç yıl ilkokuldan başka bir şey görmemiş. Mahalleleri olan Kumkapı semtinde büyütülmüş, yarı evde, yarı sokakta alıştırılmış… Erkek çocuklara mahsus kaydırak, birdirbir, ceviz, top oyunlarına alışkanlık kazanmış. Mızıkçılıkta, çocuklar arasında adı kötüye çıkmış, “kıs kıs” diye kışkırtarak köpekleri azıştırmak, eskici Yahudi’yi taşlamak, yoğurtçunun tablasına taş atmak, kâğıt helvacının camlı mahfazasını kırmak, el çabukluğuyla tabladan, küfeden kebap kestane, elma, fındık aşırmak, viranelerde ballıbaba, ısırganlar arasında uçurtma havalandırmak gibi işlerde oğlanlardan hiç aşağı kalmaz. Herhangi bir tarafa hamle ederek koşmak lazım gelse takunyalarını iki koltuğunun altına sıkıştırır, çıplak ayak hemen seğirtir, hafiflemek icap ederse ayakkabılarını mahalle bakkalının peykesi altına bırakır. Pek acele zamanlarda sokağa rastgele bir yere fırlatıverir, sonra bulamaz, akşam evine yalın ayak döner, evvela bir fasıl anasından, sonra bir fasıl da babasından dayak yer. Sabah olunca dayağın acısını unutur. Çömlekten biraz ekmek, dolaptan bir dilim peynir keser, mutfak nalınlarını ayaklarına geçirince gene sokağa fırlar, cami avlusundaki oyunun birinci faslına yetişir…

      Annesi bakar ki evde kız yok… Yok olan yalnız ondan da ibaret değil, mutfak nalınları da görünmez olmuş… Hatuncağız bu işte tecrübelidir, işi hemen anlayarak “A dostlar, on günün içinde bir çift kundura, iki çift takunya… En sonunda mutfak nalınları da mı gitti?” feryadıyla başını örter, soluğu doğru cami içinde alır. Bir de bakar ki kızı çocuklarla oyuna dalmış, “A, kardeşim Hüseyin iki defa ‘bokso’ oldu. Ben bunu saymam!” diye haykırıyor.

      “Seni gidi çingene kızı seni. Hani ya nalınlar?” feryadıyla anası bir vaveyla koparır. Nalınlar mı? Kızın ayağında öyle şey yok. Gene bir tarafa fırlatmış. Sağa bakarlar, sola bakarlar, nalınları koydunsa bul…

      Vesile Hanım, Rebia’yı eve getirir. Bu yaramaz kızı o günü mektebe gönderebilmek için ayağına bir şey bulup giydirmek lazım. Vesile artık dolapları, merdiven altlarını karıştırır. Ya kendi eski kunduralarından, iskarpinlerinden yahut kocasının eski terliklerinden bir şey bulur. Bulunan şey kızın ayağına pek büyük, pek şapşal gelir ama ne çare! Ne olursa olsun, çocuk ayağına bir şey giysin de mektebinden kalmasın…

      Rebia koca ayakkabılarını sürükleye sürükleye mektebe gider. Okurkenki haykırışlarıyla mektebi dolduran arkadaşlarının arasına katılır.

      Kız büyür, evvela baş örtüsüne, sonra çarşafa girer. Mektepten okuma alışkanlığı olarak alabildiği “bekisi benni” sınırını pek aşamaz. O derecede ki, mektebe dört beş yıldır gitmiş olmasının hiç hükmü kalmaz. İki satırlık bir yazı okuma yetkisini kazanamaz. Mektepteki okuma yadigârı olarak kızın hatırında yalnız bazı ilahiler kalmıştır.

      Evet, Rebia’nın okuma yadigârları işte bunlardı. Erkek çocuklarla ziyade oynaması, düşüp kalkması kızın tabiat, ahlak ve davranışlarınca onlara benzemesine sebep olmuştu ki birine kızdığı zaman terbiyeden mahrum mahalle çocuklarından işitildiği gibi kaba küfürler kullanırdı.

      Teyzesi Vesile Hanım’ın, yeğeni Meftun Bey’e vermek istediği Rebia, işte böyle bir kızdı.

      Rebia’nın küçük kardeşi Hasene… Yaş dört dört buçuk. Fakat bazen kullandığı tabirleri büyük insanlar bilmez. Bu da terbiyece, ablasının ikinci kopyası. Daha okula gitmek yok. O yaşta bu kadar laf bilmek, konuşkan olmak o aileye mahsus bir Tanrı vergisi. Annesi Vesile Hanım’a “Maşallah, kızınız ne kadar dilli? Rabb’im nazardan esirgesin…” deseniz “Çabuk söylesin diye daha kundaktayken ben ona kanaryanın artık suyunu içirdim, onun için işte böyle bülbül gibi oldu.” cevabını alırsınız. Çocuğun, suyundan huyuna çektiği o hangi kanarya ise doğrusu ağzı bozuk bir kuşmuş.

      Vesile Hanım’ın çocuklarının ilkokul terbiyeleri sokak kapısının önüdür. Uzunçarşı’da satılan o henüz yürümemiş çocuklara mahsus altları delikli, önleri sürgülü küçük iskemleler vardır. İşte Vesile Hanım, onun içine çocuklarını oturtur. Ellerine de ya bir dilim ekmek yahut mevsime göre elma, portakal nevinden bir yemiş tutuşturur. Sokak kapısının tek kanadını açar, “Bak yavrum, şimdi buradan dahdahlar geçecek!” okşayışıyla iskemleyi oraya yerleştirir. Kendi gider, ev işiyle uğraşır.

      Çocuğun altında lazımlığı, elinde yiyeceği, önünde mükemmel bir sokak panoraması. Gelen geçen kıyamet… Yavrucak artık her bir ihtiyaçtan kurtulmuş demek. Çocuk saatlerce orada oturur, eğlenir. Bazen köpekler elinden ekmeğini, çöreğini kaparlar. Yüzüne, ağzına yağlıca, sütlüce bir şeyler bulaşmışsa onu da yalarlar… Kız haykırır:

      “Anneeee! Kuçukuçu benim ekmeğimi hap…”

      Annesi cevap verir:

      “Gidi yaramazlar gidi! Ben şimdi gelirsem o kuçukuçuları hep döver gebertirim!”

      Fakat Vesile Hanım’ın kuçukuçular aleyhindeki bu tehditleri çocuğu avutmak için kuru laftan ibarettir. İşini bırakıp Hasene’nin yanına çıkmaz. Kız haykırdıkça annesi onun bu feryatlarına karşı teselli edici cevaplar verir. Kız da öyle avunur gider.

      Erkek çocukların kaydırak, birdirbir, uzuneşek, ceviz, hamam kızdı oyunları hep Hasene’nin önünde oynanır. Bu oyunlar esnasında çocukların kızıp da birbirlerine karşı dil uzatmalarını, kaba sözleri hep işitir. Yalnız işitmekle kalmaz. Bir fonograf gibi zapt eder. Akşam sofra başında babasına öyle sözler söyler ki adamcağız bazen karısına:

      “Şu yumurcağı yanımdan kaldır. Şimdi bir yumruk vurup çenesini dağıtacağım! Baksana sövüyor. Kimden öğreniyor bu pislikleri?”

      Karısı: “Kimden öğrenecek a kocacığım? Ya senden ya benden… Daha okula gitmedi ki… O kadarcık çocuğun lakırtısına kızılır mı? O sövmeyi ne bilecek?”

      “Nasıl ne bilecek? Sövüyor. Hem de bir tulumbacı gibi koyu koyu… İşitmiyor musun?”

      “O kadarcık çocuk söylediği sözlerin manasını bile bilmez.”

      Hasene arsız arsız sırıtarak:

      “Niçin bilmeyeceğim?.. Pekâlâ bilirim… Seni gidi anasını, avradını…”

      Babası hemen elini uzatıp Hasene’nin dudaklarını tutarak koparacakmış gibi sağa sola sıkıca burar. Kız boğuk boğuk haykırmaya başlar.

      Vesile