Sadık Hidayet

Aylak Köpek


Скачать книгу

tarihinde Tahran’da dünyaya geldi. Eğitimi için Avrupa’ya giden Hidayet, mühendislik alanında tahsil gördükten sonra İran’a döndü. Hayatının bir dönemini Hindistan’da geçiren yazar Batı edebiyatı ve İran tarihini araştırmakla meşgul oldu. Farsça, İran edebiyatı ve folklorü üzerine çalışmalarda bulunan Hidayet, çağdaş İran edebiyatçıları arasındadır. En tanınmış eseri olan Kör Baykuş 1937 yılında Mumbai’de yayımlandı. İlerleyen yıllarda İran’ın gerilemesinin sebebi olarak monarşiye ve din adamlarına yoğun eleştiriler yöneltti. Bir dönem İran’da Hidayet’in kitaplarının yayımlanması ve satılması yasaklansa da daha sonra yayımlanma imkânı doğmuştur.

      Sadık Hidayet, 9 Nisan 1951’de Paris’te bulunan dairesinde intihar ederek yaşamını sonlandırdı.

      Hafsa Dolgun, Antalya’da dünyaya geldi. Lisans eğitimini, Kırıkkale Üniversitesi Farsça Mütercim Tercümanlık Bölümü’nde tamamladı. Mevlâna Öğrenci Değişim Programı ile bir dönem İran’da Tahran Üniversitesi Fars Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde eğitim gördü. Göç İdaresi bünyesinde Farsça tercümanlık yaptı. Eğitimine hâlen Ankara Sosyal Bilimler Üniversitesi Afrika Çalışmaları yüksek lisans programında devam eden Dolgun, Farsça yeminli tercümanlık ve kitap çevirileri yapmaktadır.

      AYLAK KÖPEK

      Veramin Meydanı, açlığı önlemek ve en temel yaşam ihtiyaçlarının giderilmesi için birkaç ufak fırıncı dükkânı, kasap, aktar, iki kahvehane ve bir huzurevinden oluşuyordu. Meydan ve oranın insanları, yakıcı güneşin altında yarı yanmış yarı kavrulmuş hâlde akşamüzerinin ilk esintisini ve akşamın gölgesini arzuluyorlardı. İnsanlar, dükkânlar, ağaçlar ve canlılar çalışamaz, hareket edemez hâldeydiler. Sıcak havayla başları ağırlaşıyor, yumuşak toz toprak lacivert gökyüzünde dalgalanıyor, gelip geçen arabalar, sürekli havanın koyuluğunu artırıyordu.

      Meydanın bir tarafında gövdesinin ortası oyulup dökülmüş ancak olabildiğince çarpık çurpuk dallarını uzatmış eski bir çınar ağacı vardı. Ağaç, toprağa bulanmış yapraklarının altında büyük bir sessizlik oluştururken iki oğlan çocuğu orada yüksek sesle sütlaç ve kabak çekirdeği satıyordu. Irmağın koyu topraklı suyu, zahmetle kahvehanenin önünden geçiyordu.

      Dikkat çeken tek yapı, kubbe şeklinde beliren tepesiyle silindirik gövdesinin yarısı çatlak çatlak olan meşhur Veramin Kulesi’ydi. Dökülen sıvaların arasına yuva yapan serçeler de sıcaklığın şiddetinden sessizlerdi ve şekerleme yapıyorlardı. Sadece bir köpeğin inleme sesi ara ara sessizliği bozuyordu.

      Füme saman rengi çenesi ve siyah halkalı ayaklarıyla İskoçyalı bir köpekti ve bataklıkta koşup silkelenmiş gibiydi. Kalkık kulakları, parlak kuyruğu, parlak kirli tüyleri vardı ve suratında insani bir akılla bakan iki göz parlıyordu. Gözlerinin derinliğinde bir insan ruhu görünüyordu, bir gece yarısında onun hayatını ele geçirmişti, gözlerinde sonsuz bir şey dalgalanıyordu; anlaşılmayan ancak göz bebeklerinin arkasına saklanan bir mesaj vardı. Ne parlamaydı ne de renkti, yaralı bir ceylanın gözlerinde görülenin aynısı, inanılmaz bir şeydi. İnsan ve onun gözleri arasında sadece bir benzerlik yoktu, üstelik bir tür eşitlik görünüyordu. Sadece aylakça dolaşan bir köpeğin suratında görülmesi mümkün olan hüzün, rencide ve beklenti dolu iki siyah göz. Fakat onun yalvarış dolu hüzünlü gözlerini kimse görmüyor, anlamıyor gibiydi! Fırıncı dükkânının önünde çırak onu döverdi, kasabın önünde kasap çırağı ona taş atardı, bir otomobil gölgesine sığınsa şoförün çivili ayakkabısıyla attığı sert bir tekme onu ağırlardı. Herkesin ona işkence yapmaktan yorulduğu zaman da sütlaç satan çocuk ona işkence yapmaktan ayrı bir keyif alırdı. Her bir inlemesinin karşılığında karnına bir taş yerdi ve köpeğin inlemesinin ardından çocuğun kahkahası yükselir ve şöyle söylerdi: “Sahibi kâfir!” Diğer hepsi de onunla iş birliği yapmış gibi sinsice ve saman altından su yürütürcesine çocuğu cesaretlendirir, bıyık altından gülerlerdi. Sadece Allah rızası için onu döverlerdi. Dinin lanetlediği necis ve yedi canlı köpeğe sevabına eziyet etmek onlar için doğaldı.

      Sonunda sütlaççı oğlan çocuğu onu o kadar zorladı ki hayvan çaresiz kule tarafına giden bir yola kaçtı, daha doğrusu kendini aç karnına zahmetle sürükledi ve su yoluna sığındı. Başını iki patisinin üzerine koyup dilini dışarı çıkardı, yarı uyur yarı uyanık hâlde önünde dalgalanan yeşil tarlayı izliyordu. Bedeni yorgundu ve sinirleri ağrıyordu. Su yolunun nemli havasında baştan ayağa, değişik bir güven hissetti. Yarı canlı bitkilerin, nemlenmiş eski bir ayakkabının tekinin, ölü ve canlı eşyaların kokusu, burnunda; içinde bulunduğu ve uzaktaki anıları canlandırdı. Ne zaman yeşil alana baksa içgüdüye meyli uyanıp geçmişin hatıralarını, aklında yeni baştan canlandırırdı ancak bu defa bu hisleri çok kuvvetliydi, kulağının kökündeki bir ses onu sıçramaya mecbur ediyor gibiydi. Bir anda bu yeşilliklerde koşup zıplama isteği geldi.

      Bu onun için kalıtsal bir histi, öyle ki bütün ataları İskoçya’da yeşillikler arasında yetişmişlerdi. Ancak yorgun bedeni en ufak hareketine bile izin vermiyordu. Zayıflık ve güçsüzlükle karışık ağrılı bir his çöktü üzerine. Bir unutulmuş, kaybolmuş hisler yumağı, bir heyecanla kendini gösterdi. Daha önceleri onun sorumlulukları ve çeşitli ihtiyaçları vardı. Kendisinin, sahibinin sesini duyar duymaz yabancı bir şahsı yahut da yabancı bir köpeği uzaklaştırmakla, sahibinin çocuğuyla oynamakla, tanıdık insanlara nasıl katlanmasını, yabancı birine nasıl davranmasını bilmekle, yemeğini zamanında yemek ve belirli bir zamanda sevilebilmeyi ummakla sorumlu olduğuna inanırdı. Ancak artık bütün bu sorumluluklar üzerinden alınmıştı.

      Bütün dikkati, korkup titreyerek çöpten bir parça yiyecek bulmaya ve bütün gününü dayak yiyip inlemeye -bu onun tek savunma aracı olmuştu- ayrılmıştı. Geçmişi cesaretli, korkusuz, temiz ve hayat doluydu ancak şimdi korkak, aşağılanmış, her duyduğu ses ya da yanında hareket eden her şey onu korkuyla titretiyor, hatta kendi sesinden dahi korkuya kapılıyordu. Doğrusu pisliğe ve çöpe alışmıştı. Bedeni kaşınıyordu ama bitlerini avlamak ya da kendini yalamak içinden gelmiyordu. Çöp parçası olduğunu hissediyordu, içinde bir şey ölmüştü, sönmüştü.

      Bu cehennem dersine düştüğünden beri iki kıştır karnını doyururcasına yemek yiyememişti, rahat bir uyku çekememiş, şehveti ve hisleri sönmüş, başını okşayacak bir kişi bile çıkmamıştı, kimse gözlerine bakmamıştı. Her ne kadar buradaki insanlar sahibine benziyor olsalar da sahibinin duyguları, ahlakı, davranışları bu insanlarınkinden yerden göğe kadar farklıydı. Geçmişte onlarla olan insanlar onun dünyasına daha yakın olurlardı, onun tasalarını ve hislerini daha iyi anlarlardı ve onu daha çok desteklerlerdi.

      Burnuna gelen kokular arasında herkesten çok onu kendine çeken koku, oğlan çocuğunun önünde duran sütlacın kokusuydu. Bu beyaz sıvı annesinin sütüne çok benziyordu ve çocukluk anılarını aklına getiriyordu. Bir anda uyku hâli geldi, çocukken annesinin göğsünden sıcak sıvıyı emdiği ve onun yumuşak ve güçlü diliyle bedenini yaladığı gözünün önüne geldi. Annesinin ve onun sütünün ağır, keskin kokusu burnunda canlandı.

      Sütle sarhoş olurken bedeni ısınıp rahatlıyordu ve sıvının ısısı bütün damarları ve sırtında geziniyordu. Ağır başı annesinin göğsünden ayrılırken bütün bedeninde sarhoş edici kıpırtıları derin bir uyku takip ediyordu. İstemsizce elleriyle annesinin göğsüne bastırıp zahmet etmeden tazyikli sütün çıkmasından daha lezzetli ne olabilirdi? Erkek kardeşinin kabarık bedeni, annesinin sesi, bütün bunlar keyif ve sevgi doluydu. Eski ahşap yuvasını ve o yeşil bahçede kardeşiyle oynadığı oyunları hatırladı.

      Kalkık kulaklarını ısırırdı, yere düşüp kalkarlardı, koşarlardı ve sonra başka bir oyun arkadaşı buldu, sahibinin oğlu. Bahçenin sonuna kadar onun peşinden koşar, havlar, giysisini dişlerdi. Özellikle sahibinin onu sevmesini ve onun elinden yediği şekerleri asla unutmuyordu. Ancak sahibinin oğlunu daha çok severdi çünkü oyun arkadaşıydı ve hiçbir zaman ona vurmazdı. Sonrasında bir anda anne ve kardeşini kaybetti, etrafında sadece sahibi, sahibinin oğlu, sahibinin karısı ve yaşlı bir hizmetçi kalmıştı. Her birinin kokusunu nasıl da iyi tespit eder, ayak seslerini uzaktan tanırdı. Akşam yemeği ve öğle yemeği zamanında sofranın etrafında dolaşır, yiyecekleri koklar ve bazen de sahibinin eşi kocasıyla muhalefet etmesine rağmen kendisine bir lokma yiyecek vererek iyilik yapardı. Sonra yaşlı hizmetçi gelir, “Pat… Pat…” diye seslenir ve yemeğini ahşap yuvasının