Sadık Hidayet

Aylak Köpek


Скачать книгу

başında uçuyordu çünkü Pat’ın kokusunu uzaktan almışlardı. İçlerinden biri dikkatlice gelip onun yanında durdu, dikkatle baktı. Pat’ın henüz tam olarak ölmediğini fark edince tekrar uçtu. Bu üç karga Pat’ın kara gözlerini çıkarmak için gelmişti.

***

      KEREC 1 DON JUAN’I

      Bazı insanlar, nasıl ilk rastlantıda canciğer kuzu sarması olurlar bilmiyorum. Halk tabiriyle “örtüşür” ve bir kez tanışmaları birbirlerini asla unutmamaları için yeterli olur. Bunun tam tersi olan diğerleri, birbirleriyle defalarca tanıştırıldıkları, hayatın farklı zamanlarında yolları kesiştiği hâlde daima birbirlerinden kaçarlar; aralarında asla dert ortaklığı ve kaynaşma hissi bulunmaz. Eğer sokakta karşılaşırlarsa da birbirlerini tanımazdan gelirler. Ne dostturlar ne de düşman. Şimdi bu özelliğin adına sempati ya da antipati diyorlar. İnsanların manyetik çekimi ya da ruhsal durumlarının etkisi olduğuna inanıyorlar ya da inanmıyorlar. Reenkarnasyona inananlar, daha da ileriye giderek: “Bu şahıslar geçmiş yaşamlarında yeryüzünde dostlardı veya düşmanlardı ve bu açıdan birbirlerine meyleder ya da birbirinden nefret ederlerdi.” derler. Ancak bu varsayımların hiçbiri bilmeceyi kolayca çözemez. Bu beklenmedik çekimin ne ruhsal vasıflarla alakası vardır ne de fiziksel çıkarlarla.

      Bir defa, bu tuhaf rastlantılardan biri, birkaç gün önce başıma geldi. Nevruz Bayramı gecesiydi, yapmacık, yorucu ziyaretlerden kaçmak için üç günlüğüne tatile gidip, rahat bir yer bulup dinlenmeye karar vermiştim. Ne kadar hayalini kursam da uzak yolculuğun iyi olmayacağını anladım, ayrıca vakit de yoktu. Bu yüzden Kerec’e gitmeyi planladım. İzni hazırladıktan sonra, gece yeni başlıyordu. Gidip Kafe Jale’ye oturdum. Bir sigara yaktım ve bir bardak sütlü kahvemin yavaş yavaş tadını çıkararak gelip geçenleri izlerken tıknaz bir adam değişik bir ilgiyle, uzaktan yanıma geldi. Dikkatlice baktım, Hasan Şebgerd olduğunu gördüm. On yıldır, belki de daha uzun bir süredir onu görmemiştim. İşin daha da garibi, her ikimiz de birbirimizi tanıdık. Bazı yüzler daha az değişir, bazıları çok değişir. Hasan’ın yüzü değişmemişti. Aynı güler yüz ve sadelikte ancak ne olduğunu bilmediğim, hareketlerinde ve kıyafetinde olsun, sunilik ve doğal olmayan bir hâl görünüyordu. Kendisini kasmış gibiydi.

      Ben o geceye kadar soyadını bilmezdim, okulda ona Hasan Khan adıyla seslendiklerini söyledi. Okulun bahçesinde oyun oynarken ve teneffüs esnasında Hasan Khan, sarı suratlı, iri kemikli ve pespaye hareketlere sahipti, giysilerine de hiç özen göstermezdi. Her zaman yakası açık, üzeri topraklanmış ayakkabıları ve aynı laubali tavır ona yakışıyor, üzerine oturuyordu. Fakat çok çabuk sinirlenir, çok hızlı da öfkesini dindirirdi. Bu açıdan daha çok teneffüste sinsi çocuklara zarar verirdi. Her nedense adını “ceset” koymuşlardı.

      Ben her zaman ondan uzak dururdum, aramızda belirsiz ve bilinmeyen bir mesafe vardı. Fakat artık bize mahsus durum, gelip masama oturmuştu. O eski ve sebepsiz zorlama kalktı ya da geçen zaman bu meçhul zıtlığı kendi kendine ortadan kaldırdı. Ancak artık toplu, mutlu ve ensesi kalınlaşmış, etrafına mutluluk saçanlardan biri olmuştu.

      Giriş esnasında, kafenin garsonuna talimat verdi, ona arak2 getirdiler. Arak bardaklarını peşi sıra dikiyor, arak içmenin eseri olarak da geçici bir mutluluk yaşıyordu. Ancak fazla şehvetten ötürü, yaşına göre küçük görünüyordu ve dudağının köşesine düşen çizgi acı ümitsizliğini aşikâr ediyordu. Tuhaf olan şey ise kendine pek de harcama yapmıştı, fakat sahte olduğunu bağırıyor, bundan da içten içe zevk alıyordu. Her dakika aynaya dönüp kravatını düzeltiyordu. Ne kadar başı ısınırsa o kadar yüzü çocukça ve eski laubali hâlini alıyordu.

      Sonunda, lafı uzatmadan bana bir süredir bir kadına âşık olduğunu, -meşhur bir artiste, çok Avrupai ve zengin birine- söyledi. “Bir yıldır onu uzaktan sevdim fakat aşkımı ona söylemeye cesaret edemiyordum, bu son zamanlarda bir şekilde mümkün oldu ve birbirimize vardık!” diye anlatıyordu.

      “Âşkın geçici mi yoksa onu alma hayalin var mı?” diye sordum. “Eğer hazır olursa tabii ki onu alırım. Sadece harcaması çok oluyor. Her gece bir kafeye gittiğimizde elimde on-on beş tümen3 bırakıyor. Ancak ben taşın altında da olsa buluyorum. Eğer olursa yedi kapıyı bir tencereye muhtaç ederim de yine de giderlerini karşılarım. Durum, âşık olmayla ilgili, eski ilişkisini bırakması şartıyla. Biliyor musun onu evimize götürdüm, validemle tanıştırdım. Annem: “Gel evimizde kal.” dedi. O da: “Düşmanın gelince kendini bu dört duvara hapsetsin.” dedi. Bu durumla ayda 250 tümen pansiyon masrafı, 250 tümen otel masrafı ve bana da dans etmek kalıyor. Yarın gece buraya gel, onu da yanımda getireyim, nasıl olduğuna bak.” dedi. Ben de “Yarın gece Kerec’deyim.” dedim.

      “Ciddi misin? Nevruz için mi Kerec’e gidiyorsun? Yalnız mısın? Ben de onu alıp gelirim. Sahiden ne yapacağımı bilmiyordum. Bir bakıma masrafı daha az olur. Ayrıca yolculukta birbirimizin huyunu suyunu daha iyi tanırız.”

      “İzin dışında bir engel yok.”

      “İzne gerek yok. Ben yüz defa Kerec’e izinsiz gitmişimdir. İzin lazım değil. Şimdi yarın gece hareket ediyor musun?”

      “Sabah saat dokuzda Kazvin4 girişinin önünde olurum, oradan yola koyuluruz.”

      “Ben de Zaife’ye haber vereyim de hazırlansın.”

      Ben bana aktardığı bu ani, yalan ve sahte samimiyet açıklamasına şaşırdım. Sonunda birbirimizden ayrıldık ve sabah buluşmayı kararlaştırdık.

***

      Ertesi gün sabah saat dokuzda, Hasan âşığıyla geldi. Kadın, kitaptaki nazenin Sanem gibiydi: Zayıf, kısa, kirpikleri siyaha boyanmış, dudakları ve tırnakları kırmızıydı. Elbisesi Paris’in son modasındandı ve parlak bir yüzük de elinde ışıldıyordu. Bir akşam oturması misafirliğine hazırlanmış gibiydi. Kadın, Ford marka eski otomobili görünce dehşete kapılarak: “Senin otomobilin sanmıştım. Şimdiye dek hiç kiralık otomobille yolculuk yapmamıştım.” dedi. Sonunda bindik ve araç Kerec tarafına doğru hareket etti.

      Hasan haklıydı, ondan izin kâğıdı istemediler. Yeni Çağ Misafirhanesi’nin önünde indik. Hava serindi ve palto iyi gelmişti. Misafirhanenin dışarıdan bir tarzı vardı. Bir bahçıvandan alınmış, uzun beyaz Tebriz ağaçlarıyla ve odanın bir tarafı beyaza boyanmış uzun bir balkon ile biçim bütünlüğü vardı. Birinin fabrikasından çıkmış gibiydi. Her odada ışıklı, pikeli ve şüpheli yorganların serili olduğu üç yatak ve rafa bırakılmış bir ayna vardı. Odaları geçici konuklar için düzenledikleri görülüyordu. Çünkü eğer biri onlardan birinde kendini hapsederse kısa zamanda sıkılırdı. Balkonun karşısındaki manzarada Kebud Dağları vardı, taçlı serçeler yola çıkmış, kış soğuğundan kaçıp canlarını kurtarmışlar, dönen gözleri ve ayrılan kanatlarıyla sanki bahar esintisinden sarhoş olmuş gibiydiler. İradesizce, Tebrizli dalların üzerinde sıçrıyorlardı yahut da kapının duvarın üzerinden yukarı çıkıyorlardı. Gürültüleri baş döndürüyordu. Fakat bunların hepsi misafirhaneye incelik ve çekicilikten taviz vermeksizin bir önemsizlik ve salaşlık hâli katıyordu.

      Odalarımız belli olunca ve otomobilin toz toprağını üzerimizden silktikten sonra gidip avluda yürüyüp Hasan ve eşini bekledim. Bir anda balkonun sonundan birinin beni işaret ettiğini fark ettim. Yakınlaştığında onu tanıdım. Bu her gece Pervane Kafe’ye gelen, tanıştığım gençti. Keratalar onun adını dalgasına “Don Juan” koymuşlardı.

      Sıradan, züppe ve resmî yeni yetme gençlerdendi, kıyafeti