Abdülhak Hamit Tarhan

Makber


Скачать книгу

ction>

      BİRKAÇ PERİŞAN SÖZ

      “Makber” -ki asar-ı mevcudemin en ahiridir- fena bulmuş bir vücudun bekası için yapıldı. Makabirde mündemiç olan maalî-i şi’riyyeden “Makber”de bir eser bulunmadığını bilirim. “Makber” bir feryat-ı tahassürü şamildir ki hiçliğe müstenit olduğu için mütalaasından hasıl olacak netice de hiçtir; lakin bence bir şeydir.

      Evet, bu kitabı pâymâl-i mütalea eden fikir bir kabristanı dolaşmış olur. Ve kabristanda vaki olduğu gibi, hiçbir şey anlamayarak içinden çıkıp gider.

      Bu kitabın mukaddimesini görmekle neticesine vâkıf olmak yahut mündericatını okumakla ismini düşünmek birdir. Bu kitap kabristanda yazıldı ki bedbaht müellifini iyi tanıyanlara keder, tanımayanlara ise kelal verir. Teessüratımı yalnız gönlümde saklamak yahut yazıp da bastırmamak mümkün, belki de evla iken bu suretle meydana çıkarmak lazım mı idi suali varit olursa onun cevabı hazırdır:

      Vadi-i sükûta düşenlerin ecsâdından mürur-ı zaman ile bir avuç toprak kaldığı gibi, gönülde olan en aziz bir yadigârdan da mürur-ı zamanla bir belirsiz hayal kalır.

      Ben o hayale kani değilim.

      Kitabı yazıp da evrakım içinde hıfzetmek ise efkâr-ı müteeyyise yahut aza-yı meyyite gibi perişanlığına hizmet eder.

      Ben o perişanlığa tahammül edemem.

      Ya kitabı meydana çıkarmak, yukarıda ümit ettiğim gibi, bekasına mı hadim olacak?.. O da değil. “Makber”, hiç olmazsa benden ziyade muammer olacaktır. İşte bunun için neşrolundu.

      Gönlümdeki feryattan yapılmış bir mezardır ki muhteviyatını taşlara yazılmış sözler gibi isterim. Heyhat!..

      “Makber”in havi olduğu feryatlar ayrı ayrı birtakım kabirlerdir.

      Fakat bunların hepsinde yalnız bir vücut defin bulunuyor. O vücut ise bana sevdiğim bir yüzde tecelli eden insaniyettir.

      Ben bu kitabı kendim okuyayım diye yazdım. Zira hissiyatıma iştirak edecekler nadir, belki dahi birkaç nevadir olacağını bilirim.

      Bir de zaten kimsenin şerik-i teessürüm olmasını istemem. Korkarım ki o iştirak tecrübeye mütevakkıftır. Ben isterim ki hâline ağladığım biçare için yalnız kendim ağlayayım. Bu yalnızlık, pek büyük bir azap olduğu için, bana ayn-i tesliyet gelmelidir.

      Mütâli görür ki bu mukaddime dahi kendim için yazılmış bir kitaba benziyor.

      Geçelim.

      “Makber”in birtakım tekerrürattan ibaret olan muhteviyatı yalnız bir lakırtıdır. O lakırtı ise yalnız mezardır: Bütün avazelerin neticesi yalnız son nefes olduğu gibi.

      “Makber”in asar-ı sairem gibi, fena bulacağında şüphem yoktur. Zaten teessürümün muhafaza-i şiddetine ebediyet bile kifayet etmez. Müellif Halik’inin huzuruna yüreğinden bu yaranın kanları cereyan ede ede çıkacaktır.

      Bazı kalplerde kederle sürur birbirine canişin olamaz. Kalp vardır ki perverde ettiği hüznü, dünyanın olanca haz ve meserretleri izale edemez. Gene de o hüzün hiçbir mesruriyete mâni değildir. Bazı gönüllerde ise hüzn-ü meserret müctemi bulunur. Bir hüzünde safa bulunması, bir tebessümün kederengiz olması bundandır. Fakat gene kalp vardır ki muhafaza ettiği kederi sevinç tezyit eder. Benim kederim bu ekdardandır.

      Kederimin artması için sevinmek isterim. Bunu kimselere anlatamam. Bu hissin lisanı anlaşılmaktan beridir. Sükût edelim.

      Fakirin bir eseri olduğu için “Makber”i şiir diye telakki etmek isteyen, okursa mütalaasında benim şairliğimden bir nişan bulmaz. Ancak düşünür ise bir feryat duyar ki isterse onu bir şiir zanneder. O feryat, beşerin aczidir.

      En güzel, en büyük, en doğru şiir, bir hakikat-i müdhişenin tazyiki altında hiçbir şey söyleyememektir. “Makber” ise hitabet ediyor.

      İnsan, bazı kere, hatırına gelen bir hayali tanıyamaz, o kadar güzeldir. Zihninden uçan bir fikre yetişemez, o kadar yüksektir. Kalbinde doğan bir hissi bulamaz, o kadar derindir. Bu acz ile bir feryat koparır yahut pek karanlık bir şey söyler yahut hiçbir şey söyleyemez de kalemini ayağının altına alıp ezer. Bunlar şiirdir.

      “Makber”, gönlümde doğmuş bir teessürü havi iken bazı taraflarınca benim, rivayet olunan, şairliğimle büsbütün ecnebidir. Okuyan birbirine benzemez iki lisan bulur ki “Makber”in belki iki adam tarafından yazıldığına zahip olur.

      Hele yazdığım şeylerin bazısı o kadar benim değildir ki manalarını kendim de anlayamam.

      Hikâye-i maziye dair olan cihetleri -ki en harap yerleri olduğu hâlde, en sevdiklerimdir- beni şair sayanları giryan yahut saymayanları daha ziyade rast-beyan eder.

      Bazı vadileri de gene benim şiirime değil de bir taze kızın mezarına benzer. Birincisi nekais-i edebiyyeden, ikincisi nekais-i insaniyyedendir.

      Tasvir-i fezaile taalluk eden cihetlerine gelince: Pek nakıs yahut pek nakâfidir.

      Bazı tarafları da feryat hâlinde olduğu için o kadar yerde kalmaz.

      “Makber”, umumiyeti itibarıyla, pek çok nazarlar için soğuk bir eserdir. Bu soğukluk, yalnız benim kalbimi ihrak eder.

      Âlem-i edebiyatta bir ahiret lazımdır. “Makber”, o ahiretten nişandır.

      “Makber”, hayat-ı edebîmizin kabristanıdır, benim zevalimdir.

      “Makber”, bir fikri birçok tarz-ı beyanda söylüyor. Elfazı havas için hiç, manası havass-u avam için hiç, vücudu bir merhum için mezar, binaenaleyh bence bir şeydir.

      “Makber”, uğradığım felaketin ağırlığına nispetle hafif, derinliğine nispetle tehî, şiirliğine nispetle hiçtir. Fakat bana nispetle bir şeydir.

      “Makber”, makber değil bir türbe, türbe değil bir mabet, mabet değil bir küre, küre değil bir feza-yı bîintiha olmalıydı. Hâlbuki bir makber bile değil. “Makber”, nur-ı ilahinin indiği, fikr-i insaninin çıkamadığı bir minber olmalıydı.

      “Makber”, bir mahşer olmalıydı. Heyhat!..

      Fikir çıkmamalıdır demem. Çıkamaz bir hâlde bulunmalıdır. “Makber”de iniyor, müebbeden iniyor!.. Bu ebedî iniş bir derinliğe dâl olsa bile, hayfa ki gene “Makber” olmaktan başka bir şey değil: “Makber”in manası mekabirin zevahirinden ibaret.

      “Nekayis-i edebiye, nekayis-i insaniye” demiştim. Evet, ne yapalım?..

      Hatayı tashih için ne yapalım ki en büyük hata musahhihten sadır oluyor!.. Güzel çehreler namına, büyük namlar eshabına heykeller yapıldığı gibi, güzel fikirler, büyük vakalar için de beyitler yapılmalıdır. Mezar, Allah’ın yaptığı bir heykel. Biz onu nasıl tasvir ve tecsim edebiliriz?..

      Hangi şair bir güzel kıza onu görmeyenlerin nazarında tecsim edecek kadar cismaniyet vermiş?.. Hangi kalem mehâsin-i tabiiyyeyi hakkıyla taklit etmiş?.. Bizim yazıp da en güzel bulduğumuz şiirleri bize ilham eden tabiattır. O şiirler, suda görülen akse benzer ki mutlaka hariçte bir müsebbibi olur.

      Bazı ekabir-i edep, bir şairin meziyyatı kendi beyninde tevellüt ettiğini iddia ederler. Ben bu fikirde değilim. Benim, eğer varsa mehasinim dağların, bayırların, güzel yüzlerin, çiçeklerindir. Seyyiatım benimdir.

      Bitirmeden evvel şunu da söyleyeyim:

      “Makber”in bende vukuunu haber verdiği musibet, her hâlimle beraber, eşârıma da bir büyük inkılap getirdi. Bu inkılabın sadmesiyle fikrimin ettiği harekât, tedenni yahut terakki midir?.. Orasını ihvanım temyiz eder.

      Mukaddimede bile iki sözü bir araya getiremediğime dikkat buyurulsun. Dediğim inkılap, sema ile mezarın müsademe edecekleri bir noktada yahut bir feza-yı namütenahide bulunmaktır. Kalbim, müddetlerce, bu iki kuvve-i harikuladenin arasında kaldı. Bunlar yakınlaştıkça ben tesliyet bulur, ayrıldıkça nemvid olurdum. Nihayet birleştiler. Ben ezildim, “Makber” çıktı!.. Bu, şiir midir?.. Ne mümkün!.. Sema ile mezar birleşmemeli, daha doğrusu, ayrı kalmalı idiler. Ben iftirak ve istiğrak ile figan etmeli idim. O, şiir olurdu.

      “Makber”den evvel yazdığım şeylerin pek çoğunu beğenmem, bazısını pek az beğenirim.