Abdülhak Hamit Tarhan

Makber


Скачать книгу

onun hâli, onun resmi, onun hayali, onun heykeli, onun mezarıdır; onun hiçbir beğenilecek yeri kalmayan hayatıdır. Gene tekrar edeyim: “Makber” odur. Bunun için severim.

      Lakin “Makber”, edebiyat noktainazarına karşı çirkin bir çocuktur: Masum fakat güzel değil; hakir bir feylesoftur; hikmet fakat şüpheli; kusurlu bir hüsündür; feryat fakat musanna; mamur bir mezardır; hazin değil fakat mezar; bir magrib fakat parlak; bir güzel fakat sevimsiz; bir şiir fakat kafiyeli.

      Bunun için de beğenmem.

      Fikrin serhaddi memat olduğu gibi, şiirin de elfaza intikalde hududu kafiye oluyor. Ne yapalım!..

      Makber için bir fikr-i şer’î beyan etmek lazımsa işte bu kitap bir merhumenin mezarıdır.

      Zâirinden Fatiha niyaz ederim.

Abdülhak Hamit

      SON TAB’A MUKADDİME 1

      “Makber”le “Ölü” sükût ile feryattır. Yahut birer sükût-ı enin-aluddur.

      “Makber” dediğimiz leyl-i muzlimden doğan bu “Ölü” atide bir gün hakikat gibi üryan veya kefen-pûş-i acz-ü isyan, bir tayf-i şebrev hâlinde, eminim ki bir “Hacle”ye de girecektir.2

      Bu mevlud-ı hissiyat-veludun sadası işitilmez fakat duyulur. O mehd-i sermediyyet-ahdin sükûtu bir nev’i ilhamdır. Mealine akıllar ermez fakat kalplerde manidar olur.

      Ben ihtiyarladıkça “Ölü” tazeleşecek, “Makber” tazelenecektir. Niçin mi?.. Arz edeyim:

      “Makber”i edebî hayatımızın kabristanı gibi yâd edişim mahza edebiyat noktainazarından bir tevcihtir.

      Yoksa bu mahşer-i dünyevi-i beşerde hayat ile memat baki oldukça, bu kubbe-i nilgün-ı hilkatte sükût ile feryat devam ettikçe ve insanlarda hissiyat bulundukça “Makber”le “Ölü”nün hayatı yahut bu iki eserin muhteviyatı için zeval-ü fena tasavvur olunamaz.

      Her ferd-i ziruh bir gün benim gibi musab-u mecruh olacak, benim gibi hissedecek, benim gibi ağlayacak ve hiç görmemiş, ziyaret etmemiş olduğu “Makber”le “Ölü”yü kendi kendine ve min-tarafillah okumuş, ezberlemiş bulunacaktır.

      “Makber” her fâni için ebedî bir darbe, “Ölü” her dünyevi için manevi bir türbedir. Bunlarda bir hüviyet-i şiiriyye, bir tabiat-i edebiyye, velhasıl bir hayat-ı sanat taharrisine tasaddi nebbaşane bir teaddi olur. O yolda bir zair için “Makber” taş kesilir, “Ölü” sırıtgandır. Ve ben zairin o yoldaşını bir kahraman-ı hüner gibi telakki etmem. O bir edebiyat aslanı değil, belki bir maneviyat sırtlanıdır.

      Ömrüm vefa ederse “Ölü” ile “Makber” birçok asar-ı atiyeye rehber olabilir. Ve onlar, tenkidat-ı edebiyyeyi kemal-i fahr ile karşılayacak şeyler olmak ihtimali vardır. Zaten bundan evvelki müellefat-ı hakiranemin her sahifesi güşâde ve malamal-i kusur-u ihmal, her türlü taarruz-u tenkide amade bulunuyor, yırtıcı kalemlere açık sahifeler!.. (Ancak ağlayanlara gülünmez, feryat takbih ü tevbîh edilmez.) Ah, Halik’le muhluk arasında bir rastrahtır.

      Bu iki kitabın sahibi mümkün ve muammer olup da mesela yetmiş yaşına erdiği zaman, o iki ah-ı cangâh otuz yedi seneden beri rûberah-ı ilah olmuş olacak ve onlara, kim bilir, esna-yı seferde daha ne vaveylalar katılacak fakat bu kafile-i iftirakın son rehrevi bir sükût-ı ebedî olacaktır.

      Bunun için -sükût ile feryat- baki oldukça demiştim. Ve “Ölü” ile “Makber” işte yalnız bu itibar ile daima taze ve ter kalacak; üslubu, elfazı ne kadar herem ve kıdem kesbederse etsin.

      Diyebilirim ki “Makber”le “Ölü” benim eserim değil, yadigâr-ı rüzgârdır. Yahut benim eserimdir, hiçliktir fakat paydardır.

Viyana, 15 Mayıs 1922Abdülhak Hamit

      AH EY ZAİR

      Mevtin pençesinde pir-ü cüvan zebundur. Kabristan türab hâline gelmiş esrar-ı ilahiye ile meşhundur. İşte şu gördüğün yere Abdülhak Hamit’in nur-ı dide zevcesi Fatma Hanım’ı gömdüler. Merhume Pirizade Hanedanı’ndan bir yetim idi. Bahar-ı ömründe veremden dar-ı gurbette irtihal etti. O vücud-ı hüzn-nümün şimdi senden Fatiha ister bir rûh-ı zîsükûndur.3

Salı, Beyrut, Fî 6 Recep 1302

      MAKBER

      Eyvâh!.. Ne yer, ne yâr kaldı,

      Gönlüm dolu âh u zâr kaldı.

      Şimdi buradaydı gitti elden,

      Gitti ebede gelip ezelden.

      Ben gittim, o hâksâr kaldı,

      Bir gûşede târmâr kaldı;

      Bâkî o enîs-i dilden, eyvâh!..

      Beyrût’ta bir mezâr kaldı.

      Nerde arayım o dilrübâyı?..

      Kimden sorayım o bînevâyı?..

      Bildir bana nerde, nerde yâ Rab?..

      Kim attı beni bu derde yâ Rab?..

      Derler ki: Unut o âşnâyı,

      Gitti tutarak reh-i bekayı…

      Sığsın mı hayâle bu hakikat?..

      Görsün mü gözüm bu mâcerâyı?..

      Sür’atle nasıl değişti hâlim?..

      Almaz bunu, havsalam, hayâlim.

      Bir şey görürüm, mezâra benzer,

      Baktıkça alır, o yâra benzer.

      Şeklerle güzâr eder leyâlim,

      Artar yine mâtemim, melâlim,

      Bir sadme-i inkılâbdır bu,

      Bilmem ki, yakın mıdır zevâlim?.

      Çık Fâtıma lâhdden kıyâm et,

      Yâdımdaki hâline devâm et,

      Ketmetme bu râzı, söyle bir söz.

      Ben isterim âh, öyle bir söz…

      Güller gibi meyl-i ibtisâm et,

      Dâğ-ı dile çâre bul, meram et:

      Bir tatlı bakışla, bir gülüşle,

      Eyyâm-ı hayâtımı temâm et.

      Makber mi, nedir şu gördüğüm yer?..

      Yâ böyle revâ mı cây-ı dilber?..

      Bir tecribedir bu, hîledir bu…

      Yok, mahvıma bir vesîledir bu.

      Bak bak, ne değişmiş ol semenber!..

      Gül çehresi, bak, ne yolda muğber…

      Nefrin, bu siyâh bahta nefrîn,

      Feryâd bu hâle tâbemahşer…

      Yâ Rab, bana bir melek ıyân et,

      Bir de beni öyle imtihân et:

      Doğsun göreyim o mâh yerden,

      Nûrun çıka ey İlâh yerden.

      Maksûd-ı hayâtı dermiyân et,

      Ferdây-ı beşer nedir beyân et?..

      Yâ fikrimi rûhuna kıl îsâl

      Yâ rûhumu hâkine revân et.

      Derd oldu mukîm, çâre gitti,

      Gûyâ vatanım kenâre gitti;

      Ben gurbet-i daimîde