Мемдух Шевкет Эсендал

Gödeli Mehmet


Скачать книгу

ong>Memduh Şevket Esendal, 28 Mart 1884’te Tekirdağ, Çorlu’da dünyaya gelmiştir. Rumeli göçmeni olan ailesi çiftçilikle uğraşan Esendal’ın çocukluğu burada geçmiştir. Mülkiye Mektebinin ikinci sınıfına kadar okumuş olmasına rağmen düzenli ve sürekli bir öğrenim hayatı olmamıştır. Kendi deyimiyle “alaylı”dır. Maddi sıkıntılarla birlikte, babası Mehmet Şevket Bey’in vefat etmesi eğitim hayatının yarım kalmasının başlıca sebeplerindendir. Ancak kendisini hayatın içinde ve okuma disipliniyle yetiştirmiş; kendi çabasıyla Fransızca, Rusça ve Farsça öğrenmiştir. Esendal, babasının ölümü üzerine ailesinin sorumluluğunu üstlenmiş ve uzun süre çiftçilik yapmıştır. İlk resmî memuriyeti Reji (Tekel) İdaresindedir. Balkan Harbi çıktığında ailesi ile birlikte İstanbul’a göç etmek zorunda kalmıştır. Aile, harpten sonra Çorlu’ya dönmüşse de bu sefer de I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla temelli İstanbul’a yerleşmiştir. Esendal’ın bu dönemde yaşadığı zorluklar, daha sonra kimi hikâyelerinde ve Miras romanında konu edilmiştir.

      1906’da İttihat ve Terakki üyeliği ile başladığı siyasi hayatı uzun yıllar devam etmiştir. Esendal, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra cemiyetin İstanbul Merkez Heyeti’ne üye seçilmiş, ardından Esnaf Odaları Mümessilliği’ne getirilmiştir. Uzun süre İttihat ve Terakki’nin Anadolu Vilayetleri Müfettişliği görevini yürüten Esendal, müfettiş olarak Anadolu ve Trakya’yı gezip dolaşmıştır. Bu görevi ona mesleki tecrübe kazandırmasının yanında, Anadolu insanını yakından tanıma ve onun sıkıntılarını görme imkânını da sunmuştur. Yazdığı yüzlerce hikâyede, romanlarında bu tecrübenin izleri açıkça görülmektedir.

      I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkılması üzerine İttihat ve Terakki Cemiyeti de itibarını kaybetmiş, İttihatçıların önde gelenleri yurt dışına kaçmak zorunda kalmışlardır. Bunlardan biri de Esendal’dır. İtalya’ya giden yazar, burada birkaç yıl kadar yaşamıştır. İtalya dönüşü, uzun yıllar sürecek elçilik görevinin ilk adımı olarak Mustafa Kemal’den bir mektup almış; yüz yüze görüşmelerinden sonra Azerbaycan Bakü Temsilciliği görevine getirilmiştir. Burada Anton Çehov’la tanışan yazar, kendisinden edebî anlamda derinden etkilenmiştir. Türkiye’ye dönüşünde Meslek adında bir gazete çıkarmış, Miras romanı ve çeşitli hikâyelerini bu gazetede yayımlamıştır. İzmir Suikastı’na karıştığı gerekçesiyle suçlansa da suçsuz olduğu anlaşılınca Tahran Büyükelçiliği’ne atanmıştır. Burada kendi gayretiyle Farsça öğrenmiş, Fars edebiyatını yakından tanıma fırsatı bulmuştur. İran’dan sonra Kâbil Büyükelçiliği’ne gönderilen Esendal için bu, son elçilik görevi olmuştur.

      Yurda döndüğünde siyasi hayatına Bilecik Milletvekili olarak devam eden Esendal, 1942’de CHP Genel Sekreterliği görevine getirilmiştir. 1950 seçimleriyle de politik hayatına nokta koymuştur.

      Esendal, 16 Mayıs 1952’de Ankara’da hayata veda etmiştir.

      Türk hikâyeciliğinde çığır açan Memduh Şevket Esendal; Türk edebiyatına getirdiği yeni hikâye anlayışıyla büyük beğeni kazanmıştır. Eserlerini sade, anlaşılır, süsten uzak bir dille yazması ve diyaloglara yoğun olarak yer vermesi en belirgin özelliği olmuştur. Hikâyelerinde sıradan insanların en basit hareketlerini ve davranışlarını anlatmış, siyasi veya ideolojik unsurlara yer vermemiştir.

      Romanları: Miras, Ayaşlı ile Kiracıları, Vassaf Bey.

      Hikâyeleri: Otlakçı, Mendil Altında, Temiz Sevgiler, Hikâyeler, Ev Ona Yakıştı, Sahan Külbastısı, Veysel Çavuş, Bir Kucak Çiçek, İhtiyar Çilingir, Hava Parası, Bizim Nesibe, Kelepir, Gödeli Mehmet, Güllüce Bağları Yolunda, Gönül Kaçanı Kovalar, Mutlu Bir Son.

      Anı: Tahran Anıları ve Düşsel Yazılar.

      HİKÂYELER

      GÖDELİ MEHMET

      İhtiyar bir mavnacıdan bir hikâye dinlemiştim; gayet sade, küçük bir hikâye. Fakat şimdiye kadar bakımsızlıktan onulmaz bir hâle gelmiş bunca dertlerinden şu mavnacıların hissesine düşen parçasının pek açık, pek acıklı bir tasviri olduğundan onu unutmam, saklarım.

      Bu küçük hikâyeyi size de nakledeyim ama bilmem ki ondan benim duyduğum acıyı duyacak mısınız? Çünkü bunu siz benim ağzımdan dinliyorsunuz. Ben ise onu bir akşamüstü sular kararmış, ortalığa akşamın garipliği çökmüş bulunduğu bir zamanda ihtiyar bir dertli babanın dilinden dinlemiştim.

      Serin bir sonbahar akşamı idi. Yüksek, sert bir gün doğusu yeli limanın sularını karıştırıyordu. Eski köprüden yavaş yavaş geçerken parmaklığın kenarına yığılmış bir kalabalık gördüm. Köprünün gözünde tıkılmış, birbirine yaslanmış kurtulamayan mavnaları seyrediyorlardı. Tezce bir işi olmayanlar gibi ben de sokuldum. Dört-beş yüklü mavna kendilerini, vapurlardan, sulardan kurtaramıyorlardı. Mavnacılar ellerindeki kancalarıyla öteye beriye dayanarak ve birbirine bağrışarak çıkmaya çalışıyorlar fakat bir yandan rüzgârla sertleşen akıntı, karışan akıntı, bir yandan iskeleye yanaşmaya ve kalkmaya çalışan iki şirket1 vapurunun suları zavallıları bırakmıyordu ki bir yol açılsın. Getirip birbirinin üstüne düşürüyordu.

      Onların bu hâllerini, çektikleri meşakkatin bin türlüsünü her gün görürsünüz. Bu adamcağızlar denizlerle, rüzgârlarla, insanlarla boğuşurlar. Bereket versin Tanrı, ekmeğini alnının teriyle kazananlara kuvvet, sabrı tahammül veriyor. Yoksa bu vapurların önünden kaçmak, her dakika şuradan buradan çıkıp eğleniyor gibi düdük çekerek bağıran, söven Yunan römorkörlerinden sakınmak ve böylece bir yandan sular, rüzgârlarla uğraşıp bir yandan insanların insafsızlıklarından kurtulmak, korunmak çekilir dertlerden değildir.

      Orada; gözümün önünde, kurtulmak istedikçe birbirine karışan bu mavnalarda çalışan adamların ekmeklerini ne kadar güçlükle kazanabildiklerini görüyordum. Ve dalgın dalgın düşünürken arkadan bir römorkör yetişti. Sanki bu zavallılar isterlerse kaçabileceklermiş gibi, onlara muttasıl2 düdük çekerek az yolla yanaştı. O zamana kadar şirket kaptanlarına bağıran, yalvaran mavnacılar bu sefer bana döndüler. Hem çalışıyorlar hem “Sokulma!” diye bağırıyorlardı fakat o hiç aldırmayarak mavnalardan birine dayanmaya başladı. Sular da yardım ediyordu. Mavnacı direğini indirmeye vakit bulamadı; çatırdayarak kopup düşen seren az kaldı mavnanın içinde çalışan birinin başına iniyordu.

      “Hüseyin, kafanı kolla…”

      Başımı çevirdim, baktım: Yanımda esnaftan ihtiyarca bir adam mavnacıya bağırıyor ve hayretle gördüm ki bu zavallı ihtiyar ağlıyordu.

      Şaştım, hiç böyle bir adamın ağladığını görmemiştim fakat kendisinden bir şey sormayarak dalgın dalgın denizin kara sularına baktım.

      “Ne olabilir, bu ihtiyar neden ağlar ki?” diye düşünüyordum. Bağrışa çağrışa bin meşakkatle kurtulabilen mavnacılar çekildikten sonra halk da dağılıyordu. Kimse o zavallının ağladığının farkına varmamıştı. Gözyaşlarını yeniyle silerek o da çekilip gidecekti ancak ben daha ziyade dayanamadım.

      “İhtiyar, niçin ağladın?” diye sormuşum. Bana baktı, sonra tekrar gözlerini silerek cevap verdi:

      “Bir oğlum vardı, aklıma geldiydi. Burada yiğit bir uşak kurban verdim.”

      “Oğlun boğuldu mu?”

      “Hayır.” dedi. “Kurtuldu ama elinden bir kaza çıktı. Gençlikle bir hata etti. Bizi batıran römorkörün kaptanını öldürdü. Mahpusa attılar, üç sene yattı, sonra öldü. O mahpusta inledikçe evde taze karısı içlendi, kocasının arkasından çok kalmadı. Şimdi bizde bir yetimleri var.”

      “Şimdi senin mavnan yok mu?”

      “Yok… Çocuk mahpusa girdikten sonra gediği3 sattık, şuraya buraya davaya verdik. Şimdi ihtiyar yaşımda başkasının mavnasında çalışırım.”

      Beraber köprüyü geçip Karaköy’e gidinceye kadar bana hepsini anlattı.

      Kendisine Gödeli Hüseyin, oğluna Gödelinin Mehmet derlermiş. Baba oğul bir mavnada çalışırlarmış, babadan kalma Yağ Kapanı’nda4 bir gedikleri varmış. Bir