Мемдух Шевкет Эсендал

Gödeli Mehmet


Скачать книгу

Nail odanın arkasında fasulye sırıklarının arasına, Besime eve kaçtı. Besime, bu pisliği tamamen anladı mı? Mektep ona neler öğretti, herkes mektepte neler öğrendiğini elbette hatırlar. Ancak ertesi gün Nail’in hiçbir şey yokken, işlemiş gündeliklerini de almayarak savuştuğuna hiçbir mana veremediğine bakılırsa, herhâlde hiçbir şey anlamamıştır ve onu yalnız Nail’in orta yerden kaybolması müteessir etmiştir. Ondan sonra günler şiddetli iştiyak ile geçmeye ve arkasındaki zaif gömlek, vücudunu ateş gibi yakmaya başladı.

      Onun yerine gelen, uzun boylu, iri kulakları yelken gibi iki tarafa açılmış, yassı kafalı bir Arnavut delikanlısıydı ve Türkçesi hemen hemen hiç yok gibiydi. Mektebe beraber giderken başını kaldırıp gözlerini açarak, o iri kulaklarıyla, yanında yürüyen Besime’ye bir tuhaf bakışı vardı ki onu âdeta korkutuyordu.

      Ertesi sene, mektep terk olunmak mecburiyetini dadı ihtar etti, ondan sonra evde kaldı. Besime, kanlı, gürbüz ve güzel bir kız olmuştu. Daima vücudunda kuvvet hisseder ve bu hâl onu acayip bir surette rahatsız eylerdi. Yaz, uzun ve gayet sıcak gidiyordu ve bu evde günler hep birbirine benziyor ve derin bir sessizlik her tarafı ihata etmiş bulunuyordu.

      Burası, sanki şehirle, civarıyla alakasını katetmiş bir yerdi. Sebzenin ve ağaçların yaprakları hararetten gevşiyor, kendini bırakıyordu. Eski bağ yerlerinin kenarlarındaki taş döküntüleri arasından kuvvetli aylandız sürgünleri çıkmıştı. Bir tarafta böğürtlen çalıları kim bilir ne zaman dikilmiş, duvar gibi sık yeşil duruyorlardı. Yolun kenarında sakız ağaçları arasında yine bu çalılardan vardı. Geçerken bu ağaçların köklerinde, kayaların, otların arasında birtakım haşerat sürünerek kaçışırlar, otları çıtırdatırlardı. Böcekler gece gündüz, fasılasız cızırdıyor ve sesleri bütün oraları dolduruyordu. Etrafta, uzaktaki köşkler, sanki boş gibi dururlardı. Yolun karşısındaki arsanın içinde eski bir konak harabesinin yegâne şahidi kalan iri bir ocağın ve büyük bir bacanın altında kendine bir odacık ve ineklerine bir ahır yapan bir sütçü oturuyordu. Fakat onun inekleri de sanki bu yaz böceklerinin sesini dinlemek istiyorlarmış gibi bütün az bir defa olsun böğürmediler. Bu sütçünün karısı, bu evin bir tanecik misafiri ve komşusu idi; çarşafı başında hemen her gün dadının odasına gelir, yaz kış odadan kalkmayan, yalnız kış oldukça bir köşeye çekilen, yaz oldukça erkân minderinin önüne kadar sokulan mangalın başına çömelir, hatta bazen dadıya ve kendisine birer kahve pişirir, bütün civar köşklerin, bütün etrafın dedikodusunu, havadisini sayıp döker ve giderdi.

      Besime, onu yalnız dinler ve o Kadıköy’e gidecek oldukça ufak tefek şeyler sipariş ederdi. Besime’nin evde kimse ile konuştuğu yoktu. Nail’den sonra gelen Arnavut çocuğu az zaman durdu kaçtı, ondan sonra da ihtiyar iki adam tuttular. Babasıyla dargın gibi duruyorlardı. Bu baba kız, belki hayatlarının bütün imtidadınca16 beş-on kelime teati etmemişlerdir. Münasebetleri, hemen kandil geceleri, ramazanın ilk gecesi, bayram günleri elini öpmekten ibaret kalıyordu. Elini öptürüyor ve ağız ile burnu arasından birkaç kelime mırıldanıyordu. Yahut bazen bir şey soracak olursa ve tesadüf ederse lakırtı ederlerdi. Zaten hayat o kadar basit, o kadar sade ve külfetsiz idi ki çok defa aralarında konuşacak lakırtı bulamazlardı.

      Besime, akşama kadar yukarı odadan aşağıya iner çıkar, mutfak kapısına kadar gider, sabahleyin erken bahçede bulunur ve geceleri oturmayarak erkenden yatardı. Odasında kapalı, aç vakitler gezindiği, öksürdüğü duyulurdu; ne yapardı kimse bilmez. Bütün yaz böyle geçiyordu. Zaten bu sene daha kıştan uzun yağmurlar devam etmiş ve tabiat her nedense baharı hazfedip17 bütün çiçeklere ve kuşlara verdiği vaadi inkâr ederek birdenbire yaza intikal eylemişti. Şimdi her tarafta toz, her tarafta ter. Bir damla rahmet düşmüyor, bütün otlar, çiçekler kuruyor, yanıyor, bütün insanlar gevşek, kızgın, hasta geziyorlardı.

      Besime, hiç kimseye bir şey dememesine rağmen, onun bir minderin üstünde uzanıp kaldığını, sonra vücudunun kuvvet ve diriliğine rağmen gevşek adımlarla, ancak sessiz, aşağı yukarı inip çıktığını görenler, bir parça muzdarip zannederlerdi. O, hiçbir şey yapmıyor, ufak tefek dikişten başka hiçbir şeye elini sürmüyor ve hiçbir şey bilmiyordu. Sabahleyin erken kalkıyor, kâh bahçeye inip geziyor kâh pencerenin önünde yazmacıların rutubetini kokluyor, sonra dadının odasına iniyor, aşçı kadınla birkaç lakırtı ediyor ve dadısıyla yemeğini yiyip tekrar öğle uykusuna uzanıyordu; bu uyku geç vakitlere kadar sürebilirdi.

      Yalnız, bu âdet yaz ortasından sonra ufak bir vesileyle bozuldu. O vesile, onun ikinci alakası idi. Şu uzaktaki panjurlu köşke yeni bir uşak aldılar; bu çocuk, ihtimal kurağın devamından, kuyuları kuruyan köşke, inekçinin kulübesi yanındaki büyük bostan kuyusundan üstüne fıçı konmuş bir araba ile su taşırdı. Daha ilk gördüğü gün onun dikkatini celbetmiş idi; gürbüz, genç irisi bir oğlandı. Bacakları baldırlarına kadar sıvalı, ayağında bir ince pantolon, sırtında yalnız bir basma gömlek, başı açık, ayakları çıplak. Kovaları çekiyor, sonra arabanın tekerleğine basıp fıçının üstündeki büyük tahtadan yapılmış acayip bir dört köşe huninin içine döküyordu. Sonra tekrar tekne kovasını büyük kuyunun içine atıyor, ipi silkiyor, birkaç el çekip sonra tekrar atıyor, sonra tekrar fakat bu defa kuvvetle çekiyor ve kova ağza yaklaştığı vakit kulpundan yakalayıp arabanın tekerleğine basıp kendini yukarı kaldırdıktan sonra kovayı yavaş yavaş boşaltıyor, etrafa dökülen serin su damlaları tozları lekeliyor, otları canlandırıyor ve nihayet oralarını çamur yapıyordu. Besime, kafesin kenarına başını dayayarak uzaktan bu genç adamı seyretti. İnce mintanın göğsü açık, beyaz bir ten, sonra sıvalı kollarında, bacaklarında katı adalelerin şişip derisini kabarttığı belli oluyordu.

      Fıçı doldu, ağzından sular taşıp yuvarlak karnını dolaşarak arabanın altına döküldü ve delikanlı kovayı arabanın yanına bağladı. Sütçünün karısı dışarıdan geliyordu, onunla konuştular. Sonra çocuk, arabanın kolları arasına girdi ve vücudunu öne vererek çeke çeke sürükleyip götürdü. Besime onu, gözleriyle eve girinceye kadar takip etmişti.

      Ertesi gün öğle uykusunu terk ederek onu bekledi fakat göremedi. Sonra tekrar, sonra her gün… Uşak ekseriya geliyordu ve bir defa Şefika sütçünün kulübesine gitmişti. Orada iken öteki de kuyuya geldi ve bu defa yakından gördü, çocuk da onu gördü fakat yanında hiçbir şey anlayamadı. Öteki, daima hanımlardan hoş muamele görmüş, şen ve lakayıt, latifeci ancak bakir ve ismetli bir çocuktu, bu görüşmeler pek uzamamalı ve ayrılmalı idi ki o, yanında yanan ateşi görüp anlayabilsin…

      Besime, yavaş yavaş onun Karahisarlı olduğunu, adının Abdurrahman olup kısaca Rahman diye çağırdıklarını ve evin efendisinin kendi hemşehrisi bulunduğunu, evvelce başka bir yerde çalışırken sonra bu kapıyı bulduğunu öğrendi. Her gün hatta geceleri mütemadiyen onu düşünüyordu, ona sokulmak istiyordu; yanına sokulmak, onunla konuşmak, kollarını tutmak heveslerini hissederdi. Kim bilir onun kolları ne kadar kuvvetlidir. Lakin kabil olmuyordu; her gün yeldirmesini giyip inekçinin kulübesine gidecek bir sebep icat etmeyi tabiat ona telkin ediyordu. Bu, evdekiler için değil, inekçinin karısı içindi. Bir gizli ses onu şüphelendirir, yaptığın bir günahtır, der dururdu.

      Bu esnada ona bir ikinci iptila daha geldi. Âdeta bir günah gibi gizli, kısa ve sık sık icra olunan bir iptila…

      Besime, vakit buldukça yukarı misafir odasına çıkıyor, büyük aynanın karşısında bir defa süratle soyunup çırçıplak oluyor ve böyle bir lahza aynada kendini seyrettikten sonra tekrar süratle giyinip odasına kaçıyordu. Hatta evvelce odasında hazırlanıp bir hamleyle, bir hareketle çırçıplak bir hâle gelebilecek kadar hazırlanır, sonra ayna karşısına geçip şu âdetini icradan sonra tekrar