Мемдух Шевкет Эсендал

Gödeli Mehmet


Скачать книгу

taze çehresi hafifçe solgun, güzel gözleri sanki bir parça büyümüş gibi duruyor ve muttasıl arabacının omuzunun üstünden yola bakıyordu. Talât şen ve güler yüzlü idi, bir şeyler anlatıyordu.

      Besime, onun neler söylediğini duyduğu hâlde bilmiyordu; yalnız, ara sıra bir kelime ve o kelimenin cazibesiyle sürüklenmiş birkaç kelime daha yahut bir cümle… Bir aralık Besime sanki uyandı, lakırtıları işitmeye başladı:

      “Allah ömür versin beni sever, öteki efendilerim de severler ama beyefendinin hâli başka gönülsüzdür; öyle ya, konuşmasa konuşmaz, hem çok lütfunu gördüm.”

      Besime, bir müddet düşündü, Talât acaba kimden bahsediyordu?.. Sonra yavaş yavaş anladı, babasından bahsediyordu, o zaman iyice dinlemeye başladı. Acaba babası Talât’a ne lütfetmiş? Hem bununla oturur konuşur imiş, vâkıâ burası doğru, babası bahçıvanlarından bazılarıyla konuşur bir de bu Talât Hanım’la. Anlaşılan bu Talât Hanım’dan hoşlanıyor, acaba daha başka ne lütuflarda bulunuyordu? Şüphesiz bugün de yeni bir lütfu tekerrür etmiş idi ki Talât onu vesile ederek bu söze başlamış olacak. Besime’de daima şiddetli bir tecessüs hissi bulunurdu lakin bunu asla izhar etmezdi, bu defa da hiçbir şey sormadı ancak sözün alt tarafından anladı ki babası ona gidip orada kaldın diye şikâyet ve sitem etmiş ve babası buna para da verirmiş, Talât itiraf ediyordu, yalnız bir şey söylemiyordu. O da İsmail Efendi’nin sözüdür ki bir gün ona bir lira verdikten sonra sarf etmiş idi:

      “Benim para verdiğimi kimseye söyleme, bin türlü mana verirler.” demiş idi. Ne mana verecekler? Kim verecek? Talât, buralarını sormuştu ancak kafasında bir şimşek çakmış bulunuyordu, demek bu ihtiyarın henüz kanı soğumamış, henüz bir taze dul kadın ile arasında birtakım dedikodular düşünüyordu.

      Buralarını Besime’ye söylememişti ancak o zamana kadar para alırken sıkılırdı, sonraları bunu âdeta bir hak gibi telakki etmeye başladı; vâkıâ bu lakırtı bir daha tekerrür etmemiş ve nişaneyi ateş ve muhabbet bundan ibaret kalmış ise de Talât güya, “İşte, benden hoşlanıyorsun ya; sana kendimi vermiyor isem de civarında kadınlığın dolaştığını görüyorsun, hissediyorsun ya; ben bu paraları senin mürüvvetin sayesinde değil şu güzel vücudum sayesinde kazanıyorum.” demek ister gibi görünüyordu.

      Bir ufak nişane daha görse belki bunda daha ziyade ileri gidecekti, o zamanda pek çok paraya muhtaç bulunmuyordu.

      Besime, babasının bu lütufkârlığını manidar buluyor ve bunun ne demek olduğunu biliyor ise de kati hüküm vermiyordu. Buna zaten lüzum da yoktu. Boyaları solmuş, tahtaları çürümüş birkaç evin arasından geçtiler, Ayrılık Çeşmesi’ne doğru saptılar ve çayırın nihayetindeki geçitten iskeleye geldiler. Uzun, tahta iskelenin bir köşesinde kadınların bekleme yeri bir ufak kulübeydi; sıra ile üç-dört hanım deniz tarafındaki pencerenin önünde oturuyorlar ve hiç konuşmuyorlar, iki genç Yahudi matmazeli ayakta konuşuyorlardı. İskelede vapur yoktu, orada oturmaya mecbur oldular. Besime, peçe altında yürümesini şaşırıyor ve sıkılıyor ancak kendini etrafındaki nazarların isabetinden muhafaza ettiği için pek memnun oluyordu hatta bekleme yerinde erkek yoktu ve bütün kadınlar peçelerini kaldırmış bulunuyorlardı, buna rağmen o peçesini açmak istemiyordu.

      Talât’a gelince, o tamamen bunun aksiydi; yüzüne dik dik baktıklarını isterdi. Kendini göstermek için çarşafını gayet aşağıdan iliştiriyor, her vakit göğsü açık bir ceket giyiyordu, onun için peçesini indirdiği vakit bile bu peçe çarşafın birleştiği yer arasında beyaz bir leke gibi memelerinin arası yahut biraz daha yukarısı görünürdü. Peçesini kaldırmaya imkân buldukça alnından bir tura görünür, bir demet güzel siyah saç, peçesini indirdikçe kenarından çıkmış avare iki-üç teli bile kâr sayar, bu hâl ona biraz da müptezel bir kadın hâli verirdi.

      “Peçeni kaldırsana…”

      Besime yavaşça:

      “Yok, rahatım.” dedi.

      “Kaldır kaldır canım, burada kim var? Erkek yok ya.”

      Bu bir erkek kadın meselesi değildi. Besime, odasında yalnız kaldıkça erkekleri düşünürdü ve erkeklerden hiç korkmazdı ve onda anlaşılmaz bir hırsı tehalük,27 genç bir erkeğe sokuldukça vahşi bir zevk ve lezzet canlanırdı; ancak bu bir erkek meselesi değil. Erkek kadın kim olursa olsun, âdeta onun yüzüne bakarlarsa sanki onun düşündüklerini anlayacaklarmış gibi gelirdi, bundan pek ziyade korkar gibi görünüyordu. Karşılarında oturan hanımların dördü de birbirini tanıyorlar ve ara sıra birkaç kelime konuşuyorlardı. Bunların hepsi, artık kadınlıklarının son müellim28 günlerini yaşayan kibar hanımlardı ve fevkalade süslenmişlerdi, hepsi pudralı idiler. Hele bir tanesi uncu çırağı gibi, bembeyaz düğün sürenlerde olduğu gibi dişleri siyah ve gözleri kanlı görünüyordu. Bu hanımların elbet birer kocaları vardır… Kim bilir bu hanımlar bu yaşa gelip böyle çirkin olmadan evvel belki güzelmişler. Acaba hâlâ kocaları onlara öyle bakarlar mı diye düşündü, ya bu Yahudi kızları, bunlar şüphesiz henüz bekârdırlar. Bir genç taze ile bir ihtiyar hanım daha geldiler, galiba ana kız olacaklar, Talât’ın yanına oturdular ve hemen konuşmaya başladılar. Bu esnada dışarıda bir koşuşma, bir kalabalık oldu, bir adam bağırmaya başladı. Besime yavaşça kalktı; hemen kapının önünde uzun bıyıklı, arkasına kürklü bir ceket giymiş bir adam, üstü pejmürde küfeciye benzer bir ihtiyarı dövüyordu, suratına bir yumruk vurdu, ihtiyar ellerini uzatıp müdafaa etmek ister gibi görünüyordu; bir tokat daha, bir yumruk daha, bir tokat daha, herifin başındaki yağlı fesi üzerine sarılmış kirli yemenisi düştü. Herif geri geri gidip kendini kurtarmaya çalışırken şaşkınlıktan yalnız:

      “Günahtır, Allah’tan kork.” diye bağırıyordu. O iri bıyıklı, iri adam muttasıl vuruyor, hem bu sefer tekme ile karnına, göğsüne, neresine gelirse vuruyordu.

      Nihayet birkaç kişi ricakâr bir vaziyette araya girdiler, ihtiyarı kaldırdılar, ötekinin çehresi sapsarı, burun delikleri kabarmış, gözleri dönmüş:

      “Keratayı karakola götürsünler… Deyyus…” diye bağırıyor ve bir polis de kolundan şimdi ağlayan ve başına yemenisini sarmaya uğraşan ihtiyarı çekiyordu.

      Bütün kadınlar, fena hâlde korkmuşlardı, Besime hayretle, ayrı ayrı hepsinin yüzüne baktı ve bir müddet ayakta kaldı. Sonra yavaşça oturdu ve ekseriya sakin çehresini takındı. Ancak nedense, kalbinde derin bir helecan hissediyor ve pek ziyade korkuyordu. Sanki şu oturdukları yer memnuymuş ve şimdi adam gelip bunları da dövecekmiş gibi… Talât’a:

      “Sahi, bilmiyorsun, bizim burada oturduğumuza darılmasınlar.” diye soracak gibi oluyordu.

      Bu adam, Kadıköy iskelesinde memur komiserlerden birisiydi ve şimdi Kadıköy’deki gazinoda tavlada yenilmiş ve dört mecidiye kaybetmiş bulunuyordu. Bu ihtiyar da onun evine su götüren sucuymuş, üç-dört gündür eve uğramamış, bugün de burada tesadüf edince para istemişti; oradaki polisler ihtiyarı çekip götürdüler.

      Kadınlar, hep birden korkmuşlardı ve hepsi yanındaki veya karşısındaki ile konuşuyordu. Zaman geçiyor ve vapurun gelmesi uzuyordu. Üç-dört hanım, daha sonra tek tek birkaç kadın geldiler, barakanın içi doldu.

      Talât, iki defa bilet yerinin açılıp açılmadığına baktı, tekrar geldi, oturdu. İkinci defa henüz oturmuştu ki vapurun düdüğünün sesi duyuldu; ilkin boğuk, kısık, ıslıklı, sonra gümrah, vakur, ihtiyar bir ses, bir tarafa yatmış, boynunu kaldırmış yorgun bir kaz gibi kanatlarını suya vura vura geldi, iskeleye çarptı. Hâlâ bilet vermiyorlardı. Halk toplanmıştı. Vapur pek kalabalık değilmiş, halk çıktı,