Мемдух Шевкет Эсендал

Gödeli Mehmet


Скачать книгу

ederim. Çocuklar, istediğimiz kadar yaramazdı. Ucunda bir makara bulunan bir halkayı, on ayak bir merdiveni çıkarak akşamdan gerilen tele geçirip iki elleriyle halkaya asılıp kendilerini bırakıyorlardı. Tel, biraz eğri gerilmişti. Çocuk, çayırın bir başından öte tarafa uçuyor, öte tarafta iki kişi tutup indiriyorlardı. İhtimal, bu oyunu tehlikeli bulanlar da vardır. Fakat ilkin söyleyebilirim ki üç gün içinde yüzlerce kere uçan yüzlerce çocuk içinde beceriksizlik eden, düşen, ellerini bırakanlar olmadı. Kısa etekleri, parlak botları, ince bacaklarını örten siyah çorapları ile kızların; feslerinin yanından püskülleri dalgalanarak kayan erkeklerin bir tel üstünde çayırı bir baştan öteye uçtuklarını görmek bana bir cambazhanede oynayan güzel çocukları seyrederken duyduğum garip heyecanı veriyordu. Kızlar hızla tel üstünde giderken saçlarını yandan bağlayan kurdele rüzgâra kapılmış bir yaprak gibi çırpınıyordu. Çayırda atlar, eşekler de vardı. Çocuklardan biri inince beş-onu birden hücum ediyordu. Eşekler, bu kadar çocuk arasında kaldıklarına şaşırmış gibi idiler. Salıncak üç gün doldu boşaldı.

      Bu salıncakların bende ne kadar garip bir hatırası vardır. Babam bana bu salıncaklar hakkında mümkün olduğu kadar fena şeyler söyler, beni bunlardan soğutmak isterdi. Bizim her bayram, Fatih Camii avlusuna onları seyretmeye çıkışımız vardı. Çok sene vardır ki onları görmedim. Şimdi hatırlarım, kenarı püsküllü perdeleri vardı. İçinde çığırtkan kızlar darbuka, zilli maşa çalarlardı. Bu kızlar pek ahlaklı, hayırlı şeyler olmasa gerek. Birtakım softa kırıntılarının, salıncakların etrafında bu kızlar için toplandıkları, bu kızlar için sarıklarını bir yana eğerek göz süzdükleri, hafifçe dil döktükleri şüphesizdir. Fatih avlusunu dolduran eşekler de vardı. Ben onlara binerdim. Fatih’ten Beyazıt’a kırk para ile çocukları taşıyan talikaları10 da bilirim. Bayram deyince çok defa bunlar birer birer hayalimden geçer. Eyüp’te bir büyük teyzemiz vardı, kocaman bir konakta oturur eski kibarlardan bir hanımdı. Her bayram ona gider, mendil alırdık. Şimdi şu önümde gülen oynayan çocuklarla o zamanki beni yan yana getiriyorum. Elbette bu yavrular benden çok daha iyi oynuyorlardı. Çocukluğum İstanbul’un ufak evlerinden birinin küçük bahçesinde geçmişti; pek ziyade sıkıldığım, lanet ettiğim mektep ile bu bahçe arasında geçen ömrümün ne kadar sıkıntılı, azaplı olduğunu tarif edemem. Sokak çocuğu olmasından korkularak çocuklara tatbik olunan bu işkence, insanın tahammülünün fevkindedir.

      Parlak bir sema altında bu kocaman çayırda başıboş koşup eğlenen yavruların hâllerini gördükçe İstanbul’un rutubetli bahçelerinde hapsedilen arkadaşlarına derin derin acıdım.

      Öğleden sonra çayıra, çocukların bu hâlini görmeye kadınlar da geliyordu. Rengârenk yeldirmeler, bir sürü kelebek gibi koşup kaçan çocuk fırtınasının arasında ne kadar hoş bir şey oluyor.

      Merak ettim, acaba köyümüzün çocukları yalnız bu kadar mıdır? Bayramın ikinci günü evimize gelen misafirlerden sordum. Onlar haber verdiler ki büyük tepe buradan daha çok kalabalık imiş… Oh, çok şükür! Demek ki bizim köy çocuk doludur. Bizim köy, İstanbul’un pek zengin bir köyü değildir. Kadınları Zühre11 ile çok az tanışırlar. Görülüyor ki daima meşru sebeplerle kanaat ederek bol çocuk yetiştiriyorlar! Zengin yerlerde ise bu hâl galiba aksi olup gitmektedir. Hanımlar, taravetlerinin bozulmasından, gençliklerinin zevalinden korkuyorlar. Memnu meyveye dudaklarını pek az sürüyorlar…

      Bu bayram bununla teselli buldum, kendi kendime çocuklara dualar ettim.

      Çocuklar neşedir, sevinçtir. Hayatın manasıdır. Bahtiyarlığın ölçüsüdür. Yaşayacak memleketlerin sokakları çocuk doludur. Mahallelerimizin, sokaklarımızın onlarla dolduğunu görmek beni ne kadar sevindirecek…

1913

      ÇAMLICA’DAKİ KONAK

      Hıfza çalışmak ve cami derslerine devam etmek için babasından pek çok dayak yedi ve işkence gördüyse de ne hafız oldu ne de derse gitti.

      On üç-on dört yaşına gelmişti; bir gün babasının evinden kaçtı, mahallede şunun bunun yanında birkaç gece kaldı. Bir-iki geceyi de teyzesinin evinde geçirdi. Herkes babasından korkardı; onu hep iade etmek istediler, nasihat verdiler, oralardan da kaçtı. Nihayet kahve peykelerinde yattı, daha sonra sabahçı kahvelerine, kumar yataklarına, esrarhanelere düştü. Babasının evine dönmedi. Çünkü babası zalim, amansız, şerir bir adamdı. İmamlık ettiği mahallede ve hocalık ettiği mahalle mektebinde herkes ondan titrerdi. Âdeta mahallenin teneşire uzanmış ölülerini, onun ellerinin teması ürpertecek gibi gelirdi. Ona Arap Hoca derlerdi. Hakikat Arap mıdır, kimse bilmez ve dili çalmazdı; çehresi ise Arap’tan ziyade Acem’e benziyordu. Uzun bir sakalı vardı. Kaşları bitişik ve çoklukla çatık dururdu.

      İsmail, babasından ayrıldıktan sonra bir gün, bir tesadüfle paşalardan birinin konağına bahçıvan olarak girdi. Bütün gün bahçede meşgul olur, acemiliğine rağmen çabucak öğrendiği çiçek yetiştirme merakıyla güzel, renkli renkli çiçekler yetiştirirdi. Paşa, onu mektebe de göndermiş, okuyup yazmayı böylece öğrenmişti. Konağın arkasındaki tahta kulübelerden birinde yatıp kalkardı; orada bahçıvanlık aletleri de dururdu. Bir gün, bahçede çalışırken genç bir kız gördü. Bu, konağa yeni alınan beslemeydi. İsmail, ondan sonraki günlerde hep onu görmek istedi, her yerde onu arıyordu. Günler böylece geçti. Besleme kız da ona yakınlık duyuyor, zaman zaman bahçede çalışırken gelip onunla konuşuyordu. Bu yakınlık, herkesin dikkatini çekmişti. Sonra paşa da buna muttali oldu.

      Paşa, bir gün İsmail’i çağırttı ve kendisinin besleme Şemsifer ile izdivaç edip etmeyeceğini sordu. İsmail, önce utandı, yüzünü yere eğdi, ellerini göbeğinin üstünde bağladı. Duyulur duyulmaz bir sesle “Uygun bulursanız.” dedi. Büyük hanımefendi de Şemsifer ile konuştu. O da kabul edince ikisini evlendirmeye karar verdiler.

      İsmail akıllı bir delikanlı idi. Paşa, onu, Posta Nezareti’ndeki kalemlerden birine yerleştirdi. Oraya çabuk alıştı. Bir süre sonra da düğünlerini yaptılar. Şemsifer ile İsmail, Zeyrek taraflarında bir eve taşındılar. Seneler böylece geçip giderken İsmail de Şemsifer de yaşlanıyorlardı. Derken günlerden bir gün Şemsifer hastalandı, yataklara düştü. Bir zaman sonra da öldü.

      İsmail, artık İsmail Efendi olmuştu. Amma bu ölüm onu harap etti. Neredeyse eriyip gidiyordu o da. Bereket, çocukları olmamıştı.

      Paşa, konağından yetişmiş İsmail Efendi’nin bu durumuna gerçi çok üzülüyordu. Zaman içinde paşanın nüfuzu da kalmamış gibi idi. Varidatı da gittikçe azalıyordu. Bu sırada İsmail Efendi’yi, konakta çalışanlardan bir kızla, bir Çerkez halayıkla evlendirmek istedi. İsmail Efendi, paşanın konağından çıkmış bir kadınla ikinci defa evleniyordu. İzdivaçtan sonra Zeyrek’teki evde yaşadılar. İsmail Efendi, bu zevcine de çok iyi muamele ediyordu. Fakat karısı hamile kaldıktan sonra hastalanıverdi. Hamilelikle bu hastalık kadını fena yapıyordu. İsmail Efendi, komşulardan yaşlıca bir kadından yardım istedi. Bu yaşlı kadın, zevcine bir ana gibi bakıyordu.

      Doğum sancıları başladığında zevci iyice kötü olmuştu. Bütün gayretler semere vermiyordu. Nihayet bir sabah, doğum oldu. Ama karısı, doğan kızını göremeden gözlerini yumdu. İsmail Efendi’nin çırpınmaları semereli olmadı. Bütün bu gayretleri, o ihtiyar kadın bilir. İsmail Efendi’nin hayatını, izdivaçlarını, evdeki çabalarını, çocuğuna bakmak için çırpınışlarını, üzüntülerini, ağlayışlarını da bilir. Delikanlılık günlerindeki İsmail ile şimdiki İsmail Efendi’yi de iyi bilir. Fakat ondan ziyade bunu bilen bir ihtiyar Çerkez dadı idi, bu kadın da aynı konaktan çırak edilmiş eski bir kalfa idi. Onu vaktiyle