Мемдух Шевкет Эсендал

Otlakçı


Скачать книгу

yastık?”

      “Canım, Kevser’in yeni yastıkları.”

      “Köşedeki odaya bak. Ne yapacaksın?”

      Hayriye, köşedeki odaya doğru giderken:

      “Lazım.” dedi.

      “Lazım olduğunu anladık, ne yapacaksın, söylesene!”

      “Kanepenin üstünde uyumuş, başının altına koyacağım.”

      “Kim uyumuş?”

      Hayriye karşılık vermedi. Odaya girdi. Biraz sonra odadan çıkarak;

      “Yok orada.” dedi.

      “Kim uyumuş, söylesene, baban mı?”

      “Canım, babamın benim odamda ne işi var?”

      “E, kim? Kocan mı?”

      “Canım kim olur anne!.. Yastığı babamın odasına götürmüş olmasınlar?”

      “Kevser’e sor! Senin yastığın yok mu?”

      “Benim yastıklarım hem kalın hem büyük.”

      Büyük hanım kızdı. Hayriye’nin arkasından söylendi:

      “Yediği naneye bak! Kocası uyanmasın diye gelip beni uyandırıyor. Kocan uyanırsa benim çok umurumdadır! Şımart bakalım, sonra çok karşılığını görürsün! Hiçbir şey bilmiyorsan, babana bak! Benim ona yaptıklarımın acaba yüzde birini bana yaptı mı? Burada ölsem, başını çevirip bakmaz.”

      Hayriye dinlemedi bile. Kevser’den yastığın birini alıp odasına çıktı. Kocası uyuyordu. Yeniden kanepenin önüne diz çöktü. “Elimle başını kaldırıp yastığı koysam!” diye düşünüyordu. “Ya uyanırsa!” Onu uyandırmadan başını nasıl kaldırıp bu yastığa koyacağını bilemedi.

      Kocasının şimdi alnında, boynunda artan tere bakarken sanki biraz ateşi varmış gibi gördü. “Hiç böyle yattığı yoktu.” diye düşündü. Elini onun alnına koymak istedi. Sonra uyanır diye korktu. “Neden hasta olsun, uyuyor.” Bir kere böyle bir koca bulduktan sonra onu -kim görse beğeniyor- kaybetmek… Ondan sonra gene yaşamak var mı?

      Kocası kımıldandı. Hayriye’nin gözyaşları gözlerini bulandırmış iken kurudu. Başının içindeki duman silindi. Kocası da gözlerini açtı. İlkin anlamayarak karısına baktı. Hayriye kızararak, gülümseyerek:

      “Uyuyordun.” dedi. “Boynun ağrıyacak. Hasta değilsin ya? İstersen, bak yastık getirdim. Gene uyu!”

      Delikanlı biraz doğrulup karısının elinden tuttu, çekip kanepeye oturttu:

      “Yok.” dedi. “Sen buraya otur, ben dizine başımı koyup uyuyayım.”

      Hayriye kanepenin ucuna oturdu, o da başını koydu. Ancak hayatlarının o çağında idiler ki biri ötekinin dizine başını koyduktan sonra uyumak olmazdı!

1924

      KAYIŞI ÇEKEN

      İki arkadaş, İkinci Daire’den Ali Rıza Efendi, Köprü’den Rasim Bey. İstanbul’da, Fener’de koltuk bir meyhanede, oturmuş içiyorlar; tatlı tatlı da konuşuyorlardı.

      Ali Rıza Efendi diyor ki:

      “Evlenip de karının çengeline düşmeye gör, elmasım! Sen, bana kendi başımda olanı sorsana! Yaa! Evlenecek oldum, sanki başıma gelecekleri bilirmiş gibi, kimsesiz olsun dedim. Olmadı. Kimsesiz birini bulamadık. Bu şimdiki kadını buldular, iyidir al mal dediler alırım ama dedim, düğün yapmam. Eve aşçı, işçi tutmam, kaynana, baldız, kayın istemem. Bir Köroğlu bir Ayvaz! Bak, razı olurlarsa bir nikâh bir yüz görümlüğü, güveyi girerim; başka da hiçbir şeycik tanımam! Razı oldular, güveyi girdik. Eh, iyi. İlkin deke düştüğümün1 hiç farkına varmadım. Yalnız ikinci gecede bizim karı sızlanmaya başladı. ‘Geceleri kahveye çıkma, ben evde yalnız korkuyorum!’ Kahveye çıkma olur mu? Ben bu kadar yıldır bir gece bile kahveyi bırakmamışım. Evlenip kahveyi bırakınca tanıdıklar bana ne der! Daha ilk gecesinden karı lafı ile oturup kalkmaya başlarsak sonu nereye varır? Hem ben evde karı ile ne konuşurum? Olacak iş değil. Dinlemedim, çıktım. Çıktım ama içim de rahat etmedi. Neden mi dersen, sahiden de korkuyor. Evimizin az ilerisinde mahalle camisinin mezarlığı var. Sokağın başında da Sancı Baba Türbesi! Gece önünden geçerken ben bile korkarım. Eve dönüyorum ki ağlamış, rengi de uçmuş. Ne yapmalı? Bir can yoldaşı bulmalı, bir öksüz kız! Bir çocuğun boğazı ile yıkılacak değiliz ya! Bizim yediğimizden o da olur. Razı oldum. Arabacı Tatar Murtaza’nın karısına söylemiş, iki gün sonra yedi-sekiz yaşlarında bir kızcağız geldi. Neyse iyi, hoş, ben de sevindim. Sevindim ama baktım bizimki işi gücü astı. Bulaşığı kız yıkıyor, ortalığı kız süpürüyor, suları kız taşıyor. Birkaç gün sonra yemeği de ona pişirtmeye kalktı. Bacak kadar yavrucak, onun pişireceği yemekten ne olur? Kendisi de komşu komşu geziyor! Sabah gidiyor, akşam gene gidiyor. Sonra gece de gittiği oluyor. Benim evden çıktığımı bekliyor, o komşu senin bu komşu benim! ‘Hanım neredeydin?’ diye sorunca ‘Salihanım’ın gelinini pek ağır işittim de akşamüstü bir yoklayayım, dedim.’ Yemekler ya yanıyor ya çiğ kalıyor. Bir lokma bir şey yiyoruz, onu da ağız tadı ile yediğimiz yok. Birkaç yol kendisine söyledim, ‘Evi kızın eline bırakıyorsun, ben bunu istemem.’ dedim. ‘Bırakmam.’ dedi, gene bildiğinden şaşmadı. Bir-iki yalanını tuttum, çok korktu. Yemin, ant, şart, tövbe… İki gün tuttu, üçüncü gün gene eskisi! Sen benim yerimde olsan ne yaparsın? Bunun için karı boşayacak değilim ya Allah belasını versin dedik, sindirdik. Ama bir yandan da düşündüm, ona da biraz hak verdim. O da candır. Biz sabahtan akşama kadar geziyoruz. Beni bir gün evde oturtsalar, deli olurdum. Neyse artık pek üstüne varmadık. Aradan bilmem ne kadar geçti, bunun parmağında dolama çıkmış. Çamaşırlar yıkanmak ister. ‘İzin ver de gündelik birini tutalım.’ dedi, ne diyeyim, ‘Tut.’ dedik. Daha o gün Horop adında bir Ermeni karısı bulmuş. Kim bilir eskiden mi tanıyordu, neydi. Sormadım bile. Aradan birkaç gün geçti, Horop Dudu, gene bizde. Öyle kendiliğinden gelmiş… Eh gelir a! İki gün sonra gene bizde. Elmasım, bugün gene bizde. Ne dersin? Karı bizden ayağını kesmedi. Doğrusu bizden para pul istediği de yok, yok ama Allah seni inandırsın, yiyince at kadar yiyor. İçtiği kahvenin de hesabı yok! Şeytan, ‘Kov şunu evden!’ dedi. Dedi ama sonradan düşündüm, karı giderse bütün yük kızın üstüne kalacak, doğrusu acıdım. Sonra eh, o da can! Kalacak, kalsın bakalım dedik.”

      Rıza Efendi lafını kesti, bir kadeh içti, yeniden başladı:

      “Kaynanam bize gelirse bile, günübirlik geliyordu. Yüzünü de gördüğüm yoktu. Kırk yıl da görmesem, göreceğim gelmezdi. Neden mi dersen? Eh, elmasım, herkes evinde! Allah rahatlık versin otursun, ben de bizim evde. Ancak günün birinde bizimki hastalandı. Bir gün, iki gün derken hastalık uzadı. ‘Annem’ der, ağlar. Eh ne kadar olsa anadır. Ben de acıdım, ‘Gelsin bakalım’ dedim. Geldi. Ancak mübarek gelince gitmek biliyor mu? Elmasım, bir ay bizde kaldı. Ben boğuldum. Karı aldıksa silsilesini pazarlık etmedik ya! Üstelik at gibi de bir kocası var. Bizimkinin üvey babası oluyor. Onu da getirdi. Nerde güreş var, horoz dövüşü var, sabahtan akşama kadar gezer. Kaynanam da onu besler! Beğendin mi? Ancak ne diyeceksin? Bunun için tutup karı boşayacak değiliz ya! Ses çıkarmadım. Çıkarmadım ama kadın suratımdan anladı, kalktı, evine gitti. Yalnız üvey kaynım bizde kaldı. Sekiz yaşlarında bir oğlan. Bunu bizde bırakmak için ana kız bir yalan buldular. Sanki bu oğlan beni çok seviyormuş, eve gidince ‘Eniştemi isterim.’ diye ağlıyormuş! Yalan besbelli. Yalan ama, ne dersin. Bizi seven, ağlayan bir çocuğa da bir lokma ekmek için, ‘Kalk, git.’ diyecek değiliz ya! Sonra yanılıp da böyle bir ters halt