Ali de yere çömelmiş, onlara yardım ediyor gibi görünüyordu. Yavaş yavaş, onların oldukları yere uzandık. Arabacı Ali yeşil soğan ayıklıyormuş. Tepesine dikildim:
“Nasıl Ali?” dedim. “Gâvur sana bir at parası verecek mi?”
Yüzüme baktı, sırıttı. Bir şey söylemedi. Aziz dedi ki: “Ya başka işi yok da aman Ali’ye bir at parası versem, diye düşünüyor!”
Ali, Aziz’e yavaş sesle karşılık verdi:
“Verecek ya! Ben onun babasının hayrına mı bu ayazda bekliyorum! Buradan bedava mı gidecek?”
“Nereye gidiyor, bir yere gittiği yok. Na, bayırın arkasında!”
Arabacı Ali başını salladı:
“Gidecek, ben bilmem mi? Onun gücü çatsaydı bizi Sakarya’da alırdı.”
“Alırdı malırdı, herif bir yüklenirse sana sorarım.”
“Sor! Na, karşıki bayırları tutar, gene dayanırız. O haçına, putuna yalvarsın da biz ona yüklenmeyelim.” dedi, sonra da sinsi sinsi güldü.
Doğrusu bu gülüşle içime bir genişlik, bir aydınlık geldi. Sanki ben de onunla birlikte inandım.
Onların yanından ayrıldıktan sonra Aziz dedi ki:
“İşte gördün ya işin yoksa bu delilere lakırtı anlat.”
“E, ne var” dedim. “İnanıyor. Varsın inansın!”
“İnansın, güzel ancak yarın iş tersine dönecek olursa sonra bunları burada nasıl tutarsın!”
“Adam sen de bu ilk olacak değil ya! Önce nasıl tuttunsa gene öyle tutarsın. Bırak sen işi kendi gidişine.”
“Valla bilmem, ben korkarım.”
“Hiç korkma, demir gibi asker. Herkes böylesini arar da bulamaz.”
“Hadi, öyle olsun!”
İleri yürümek emri, bu konuşmamızdan biraz sonradır. Aradan altı yıl geçtikten sonra, Arabacı Ali’yi yeniden gördüm. Bu görüşmemiz bir kış gecesi Karabaşoğlu değirmeni hanlarında oldu. Bir gün öncesi Gölesi diye bir köyden çıkmıştım. Karaman’ı tutmaya çalışıyorduk. Umulmadık bir yerde bir kar fırtınasına tutulduk. Gece de bastırdığı için bu hanlara sığınmaktan başka yapacak kalmadı.
Ocağın başına asılmış, isli bir yağ kandili gölgesinde yemeğimi yedim. Hancı geldi, ocağın başına diz çöküp bana kahve pişirmeye başladı. Daha su kaynamadan gelip Hancı’yı çağırdılar. Hancı gitti, geri gelmesi uzadı. Su kaynadı. Kahveyi ben pişirecek oldum, kaşık yok. Seslendim, Hancı’nın çırağı geldi, kahveyi pişirdi.
“Ağan nerede?” diye sordum.
“Burada.” dedi. “Şimdi gelir.”
“Bizim Arabacı’ya da yiyecek verdiniz mi?” diye sordum.
“Verdik.” dedi.
Biraz sonra da hancı geldi. Bana dedi ki:
“Biri gelmiş, sizi tanıyormuş, görmek istiyor!”
Şaştım. Dağ başında gece yarısı beni kim görmek isteyebilir?
“Kimmiş, nasıl adam?” diye sordum.
“Arabacı Ali.” diyor. “Siz onu tanırmışsınız.”
“Tanıdım. Gelsin.” dedim.
Geldi. Selam verdi. Elimi öptü. Diz çöküp otudu. Ali’nin gelip oturuşundaki çekingenlik gözümden kaçmadı. Hancı da kapının yanında ayakta duruyordu. Ali, ona, “Dışarı çık.” demek ister gibi baktı, Hancı da dışarı çıktı.
“Nasılsın Ali?” dedim. “Nerelerdesin? Aziz Bey’i gördüğün var mı?”
Anlattı. Askerden bırakılınca Aziz’in yanına kapılanmış. Aziz tekaüt olmuş, tüccarlık yapıyormuş. Onun yanında şoförlük öğrenmiş, şoförlük de etmiş. Sonra Aziz’in işi bozulunca bunun da Aziz’le arası bozulmuş, dediğine bakılırsa Aziz bunu kovmuş, bu da buralara gelmiş.
“Aziz Bey’e üç mektup attım, karşılığı gelip çıkmadı.” diyor.
“E, şimdi burada ne iş tutuyorsun?”
“Hiç.” dedi. “Adamı kendine koymuyorlar ki… Gene şoförlük ediyordum, elimden bir sakatlık çıktı, şimdi kaçak geziyorum!”
“Hımm!”
İşi anlar gibi oldum. Biz konuşurken kapının arkasında biri öksürdü. Ben, Hancı bizi dinliyor, sandım; kapıya baktım. Ali anladı:
“Yabancı değildir.” dedi. “Kapıda adam var.”
Belki benim yanıma gelirken Ali silahlarını, silahlıklarını çıkarmış. Omuzlarında çapraz fişeklikler yer bırakmıştı.
Anlattığına göre, Niğde yakınlarındaki köylerden birindeymiş, sıkıştırmışlar. Candarmalarla vuruşmuş, buralara gelmiş. Bu son günlerde, benim Taşönü’nde olduğumu duymuş, görmek için iki gündür arkam sıra geliyormuş. Bu gece burada görmeseymiş kese4 yoldan önüme çıkacakmış.
Konuştuk.
“Olan oldu, beni bağışlasınlar, bıktım bu kaçaklıktan.” diyor. “İsterlerse ölünceye kadar askerlik edeyim! On beş-yirmi yıl hapislik versinler yatarım!”
“E, teslim olsana!”
“Teslim olsam, asacaklar.” diyor.
“Sen biraz kıyak gitmişsin gibi.” dedim.
“Kaçaklık.” diyor. “Ne istemezsen gelip adamın ayağına dolaşıyor!”
Sözlerine bakıyorum; hiç eşkıyalık, haydutluk demiyor, kaçaklık diyor. Kendi anlattığına göre kaçaklığa başlaması da şöyle olmuş:
Ereğli’de birine bir tokat vurmuş. İki gün sonra bu adam ölmüş. “Tokattan öldü.” demişler. Bu gidip teslim olacakmış, yanında bulundurduğu Karamanlı bir kadın, “Teslim olma.” demiş. Birkaç aylar Ereğli içinde kadın bunu saklamış. Duymuşlar. Şehirde barınamaz olmuş. Şehrin dolayında, kırda, köylerde, tanıdığı hancılar, değirmenciler yanında kendini gizlemiş. O kadın da bunu beslemiş, yardım etmiş. Gene de duymuşlar, artık ondan sonra iş azmış.
“Şimdi.” diyor. “Sen beni kurtarırsan kurtarırsın. Sen teslim ol, dersen olurum. Yoksa ben sağ iken kendimi vermem.”
Yanında yedi kişi daha varmış. Ben “Teslim olun.” dersem, onlar da teslim olacaklarmış.
Biraz canım sıkıldı:
“Senin gibi eli eren, bu kadar çalışmış, kanını vermiş adamdan da kaçak olur muydu?” dedim.
“Sorma.” dedi. “Karı aklına uyduk.”
Düşündüm.
“Bakalım, bir çalışalım.” dedim.
“Bana analık, babalık etmiş olursun; hakkın ölünceye değin boynumda kalır.” dedi.
Sözleştik. Ben Konya’ya gideceğim, oradan buna mektup yazacağım, nereye dersem, gelip teslim olacak. Bana Ereğli’de mektup yazacağım yeri salık verdi. Kalktı, elimi öptü. Çıktı gitti.
Konya’ya vardım. Arabacı Ali’ye verdiğim sözü yerine getirmek için tanıdıklarıma başvurdum. Ancak o sırada öğrenildi ki ben Konya’ya vardığım gece, bunu Ereğli yolunda basmışlar, candarmalarla çarpışmada vurulmuş, ölmüş.