Мемдух Шевкет Эсендал

Otlakçı


Скачать книгу

daha yol aldıktan sonra gene bu asker kaçaklarını konuşmaya başladık. İki ay önce, Arabacı’yı da Bor yolunda çevirmiş, dayak atmışlar.

      “Niçin dövdüler?” dedim.

      “Paraları çıkar diye.” dedi.

      “Paran var mıydı?” diye sordum.

      “On beş kayma vardı. Niğde’den kira aldımdı.”

      “Aldılar mı paraları?”

      “Çıkarmadım.”

      “Paralar nerede idi?”

      Güldü, söylemedi.

      “Sakladımdı.” dedi.

      “Nereye sakladındı, söylesene.” dedim.

      Sırıtıyor, söylemiyor.

      “Ya döve döve öldüreydiler?”

      “Öldürecek olunca paraları alır, gene öldürürler.”

      “Seni dövenler, bu hanı basan kaçaklar mıydı?” diye sordum.

      “Yok.” dedi. “Bunlar Everek’tendi.”

      “Tutuldular mı?”

      “Yok, kim tutacak?”

      “Kim tutacak, candarma yok mu?”

      “Candarma olsun.” dedi.

      “Ne demek, candarma tutmaz mı?”

      “Tutar.”

      “E?”

      Sustu. Aradan biraz geçtikten sonra:

      “Bizi artık gâvur aldı, diyorlar.” dedi.

      “Ne demek?” dedim.

      “Aldı ya.” dedi. “Zabitleri Konya’ya çıkmışlar. Adana’yı da Ermeniler almışlar.”

      Söylemek istediği buymuş.

      “Onun için mi candarma kaçakların üstüne gitmiyor?”

      “Gltmez ya.” dedi. “Başı yok, bakanı yok! Candarmanınki de can.”

      “Eh, bir gün olur o candarmadan da sorarlar.” dedim.

      Döndü, yüzüme baktı. Sonra başını çevirip kırlara bakarak sanki kendi kendine konuşuyormuş gibi:

      “Kim soracak?” dedi. “O günler geçti.”

      Ben de işleri batak, karanlık görüyorum; onun bu sözleri de umutlarımı biraz daha kırdı ama susmak istemedim.

      “Geçti mi? Eh, bak görürsün.” dedim.

      Beni söyletmek istedi:

      “Bunun göreceği kaldı mı?” dedi.

      “Kaldı.” dedim. “Hepimiz ölmedik ya!”

      “Öldük.” dedi.

      “Hiç ölmedik.” dedim. “Ölen adam toprağın altında olur. Bak sen karşımda dipdiri oturuyorsun.”

      “Oturuyorsam… Ben bir Arabacı Ali!”

      “Arabacı Ali’yi beğenmedin mi? Gün olur da bu kırlarda adamın gözüne dokuz görünür. Bak, herifler soygunculuk ediyor da gene ellerini kimse tutamıyor!”

      Bu sözlerimden ne anladı, bilmem. Önüne baktı, gülümsedi. Biraz da düşündü. Ben de sustum. Belli ki benden soracakları var ama nasıl soracağını bilmiyor.

      O sırada, uzakta dağların eteklerinde bir güzel göl, kıyılarında ağaçlıklar göründü. İlk bakışta beni de aldattı. Sonra, serap olduğunu anlayıp bu sıcak çöllerde yanan bizlere bu yalanın niçin söylendiğine akıl erdiremedim. Bir yandan da Arabacı Ali’nin yeniden söze başlamasını istemiyordum. Onun sözleri beni yormuş olmalıdır ki yeniden lakırtıya başlamadan ona bu gölü sordum:

      “Bu göl ne gölüdür?”

      Baktı.

      “Göl yoktur.” dedi.

      Eski sözüne gelebilmek için de:

      “Arabacı Ali’den kimse korkmaz.” diye beni söyletmek istedi.

      “Sen gölü görmüyor musun?” dedim.

      Benim konuşmak istemediğimi anladı. Sırıttı.

      “Göl yoktur, öyle görünür.” dedi. “Ona ılgın derler.”

      Sonra sustu. Ben de sustum. Biraz sonra da arabanın içine uzandım. Bor bahçelerinin içine girene değin de kalkmadım.

      Bu yolculuk, geçen büyük savaşlar bitiminden biraz sonra yapılmıştı. Aradan birkaç yıl geçti. Ankara kuruldu. İnönü, Sakarya Savaşları yapıldı, yeniden Afyon önünde tutunduğumuz günlerde idi, Akşehir gerisinde bulunuyordum. Arkadaşlardan Aziz Bey, bir neferle bana bir mektup yollamış, tütün istiyor. Mektubu getiren neferi görünce tanır gibi oldum. Adını, nereli olduğunu sordum. Kozanlı imiş, adı da Arabacı Ali.

      O da beni tanıdı.

      “Hani seni götürdümdü.” dedi. “Bana gölü soruyordun. Nasılsın, iyi misin?”

      “İyiyim.” dedim. “Sen asker mi oldun?”

      “Oldum.” dedi. “Sen de zabit olmuşsun. Sen o zaman da zabittin ya! Sivas’a gidiyordun. Niye benden gizledin? Seni ben götürüverirdim.”

      “Benim Sivas’a gittiğimi sana kim söyledi?”

      “Sivas’a gittin ya! Niğde arabacıları ile gitmedin mi? O seni götüren arabacı Sakarya’da vuruldu, öldü.”

      “Sen Sakarya’da bulundun mu?”

      “Bulundum ya! Gene bu Aziz Bey’in yanında idim.”

      “Güzel!”

      “Biz, İnönü’de de bulunduk.”

      “Ha, demek her yerde bulundun.”

      “Bulundum ya!”

      “E, nasılsın?” diye sordum.

      Boynunu büktü:

      “İyiyim.” dedi.

      “Senin araba ne oldu?”

      “Atların biri benim değildi, biri de geberdi.” dedi. “Araba duruyor olmalı! Ben askere gelmeden de hancı yamaklığı yapıyordum.”

      “E, Hancı ne oldu?”

      “Hangi Hancı? Haaa, senin gördüğün mü? O Konya’da çete yazılmıştı. Sonra bir daha görmedim.”

      Arabada konuştuklarımızdan yalnız gölü sorduğum aklında kalmış olacak. Bana o geçmiş sözlerden hiçbirini sormadı. “Nasıl, bak memleketi bekleyenler var mı imiş?” diyebilirdim, demedim. İşim de çoktu. Aziz’in istediği tütünleri verdim, gitti.

      Aradan biraz geçti, bir iş için ben Aziz’in yanına gittim. Gündüz, siperleri gezdik, gördük. Geceyi geçirmek için onun olduğu yere döndük. Arabacı Ali oradaydı. İhtiyatta imiş, hastalanmış. Aziz yanına almış.

      Aziz, onun için:

      “Dikkafalıdır, biraz da terbiyesi kıttır ayının ama gözü pektir, yılmak bilmez. Geçende ‘Öldürürüm.’ diye yemin ettim.”

      “Ne yaptı?” dedim.

      “Efendim.” dedi. “Kendi başlarına işlere kalkışıyorlar. Ona benzer bizde birkaç kaçık daha var, onları da kendine uydurmuş, gece düşman siperlerine baskına gitmeye söz etmişler. Duydum, yemin ettim. ‘Kendi başlarına bir iş yaparlarsa, kimseye sormadan öldürürüm!’ dedim.

      Gâvur bana bir at parası vermeden buradan kalkıp gidecek mi?’ diyor. Herifin düşündüğüne bak! Gece karanlığında