mektup ne diye yazayım? Bir defa herifi tanımam. İkincisi de ne derler: ‘Sabri Efendi’yle dostluğu vardır, bir iyilik için yapıyor.’ derler mi? ‘İşte parmağı vardır.’ diyeceklerine hiç şüphe etme.”
“Sizi bu memlekette herkes bilir. Sonra, yapacağı iş de nedir. Sekiz bin lira veriyorum, bu sene nihayetinde vereceğim. On altı bin lirayı da ödemek için taksite bağlayacağız.”
“Sabri Efendi, bu, büyük bir borç. Sen geçen defa bana dört bin lira bulmak için geldiğin vakit ‘Bankalara borcum yok. Hesapça ben onlardan alacaklı çıkıyorum.’ diyordun.”
“Ben o zaman senet değiştireceğimi düşünerek bu borcu hiç hesaba katmıyordum. Sonra buhranı da biliyorum. Alacaklarımdan hiç, on para alamıyorum. Malum ya, bizim alışverişimiz köylüyle. Heriflerde yok ki bana versinler. Devlet alacağını alamazsa ben nasıl alırım? İşin fenası, değirmen elden gidecek. Ben üst tarafına hiç ehemmiyet vermem. Tam da işler yoluna girmişti. Başka bankalar da krediyi kesecekler…”
“Senin başka bankalara borcun yok mu?”
“Yok olur mu? Hepsinde hesabım var.”
“Borcun ne tutar?”
“Ne bileyim, oturup hesap etmeli.”
“Şöyle tahminî?”
“On yedi, on sekizi geçer.”
“Sabri Efendi, bu çok ciddi bir iş. Sen bunun altından, bu yıllarda nasıl kalkarsın?”
“Şunu bir atlatsam, ötekiler hiçbir iş değil. Hepsini öderim.”
Belki de öder. Hiç bildiği işler değil. Ben olsam kederimden çıldırır yahut kendimi öldürürüm. Bunun elinden değirmeni giderse bu adam ne yapar? Baksan, kendi çok geniş görünüyor ama içi nedir kim bilir? Ben düşündüm kaldım. O beni kandırmak, valiye göndermek istedi. Gördü ki faydası yok, ayrıldı. Böyle batak işe girilir mi? Valiyi vasıta edeyim, sonra benim başım belaya girsin. Ölünceye kadar mahcup kalayım. Bir taraftan da acıdım. Memleketin çok çalışkan adamlarından biridir. Yazık, bu buhranlar yüzünden sönüp gidiyor. İçimde bir dert oldu, rüyalarıma girdi ama gidip kendisini arayamadım. Kimseden de yeni bir şey işitmedim. Değirmen de satılmadı. Kendisi de gene geziyor, işine bakıyor. Anlaşılmaz bir iş…
BİR ŞEF
“Bak kardeşim, sana söyleyeyim. Benim bu adamdan ümidim yoktur. Böylesine yalancı pehlivan derler. Bazen işleyeceği tutar, kâtiplere bin tane boş, lüzumsuz liste yaptırır.”
“Hani bakayım, getir sen o kâğıdı yaptın mı? Olmamış. Ben sana ne dedim? Hepsinin yanında kırmızı ile bir numerosu olmayacak mıydı?”
“İşte, numaraları burada. Bak, benim bir kaidem vardır, sana söyleyeyim. İnsan, daima ufak bir defter taşımalı, ona not almalıdır. Şimdi sen evde görsen benim belki yüz tane böyle defterim vardır. Ta mektepten beri. Hem insan için güzel bir hatıra olur. Şimdi bu defterlerimi açınca, hemen yirmi senelik hatıraları sana sayarım. Yaaa! Seni yoruyorum ama onun bir faydası vardır.”
“Yok… Estağfurullah…”
“Yaaa. Hadi kardeşim, biz, bak burada memleketin bütün işini çeviriyoruz demektir. Bunun manevi zevki insanın kötü bir ömrüne değer… Değil mi?”
Liste yeni baştan yapılır. Ama zaten lüzumlu bir şey değildir. Sonra da hiç sorulmaz. Bir dosya içinde kalır gider. Ertesi gün başka bir vesile ile yeni bir kaide konur.
“Niye veriyorsun bu kâğıdı bana?”
“Bilmem, sizde durmayacak mı?”
“Faydasız. Bana verseniz gene size iade edeceğim. Benim bir usulüm vardır. Onu size göstereceğim. Bakınız ne kadar pratiktir. Hiç elde kâğıt bulunmaz. Sırası gelince size izah ederim. Bak, birlikte ne kadar güzel çalışacağız. Metot! Her şey metottadır. Metot olunca insan hiç yanılmaz. Görürsünüz işler ne kadar kolay bitecektir.”
O iş de bir tarafta kalır. Bir daha aranmaz. Kendisi, gelen telgrafları okur. İmzalar, havale eder. Biri yanına girerse, bir iş söylerse kızar ve kendini haklı bulacaklarını tahmin ederek der ki:
“Görüyorsunuz ne kadar işimiz var. Ben şimdi sizi dinleyemem ki… Dinlersem doğru olmaz.”
Ve nihayetini güya tatlıya bağlar:
“Siz bu işin bizden fazla emektarısınız. Bizi mazur göreceğinizi bildiğim için sizinle dertleşiyorum. Benim bir kaidem vardır. Bir adam iş yaparken onu bırakıp diğer bir işe kendini velev bir lahza olsun vakfederse hem o iş kalır hem o hem o… Hep buradayız değil mi? Daha çok görüşeceğiz. Çok hasbihâl edeceğiz. İş çoktur ama insan bir metot içinde ve arkadaşlarının samimiyet havası içinde çalışınca her şeye vakit bulur. Doğru değil mi? Yaaa! Biz hep samimi adamlarız. Bir memleket kurmak kolay mı? Bunun şerefi hepimizedir.”
Bunları söyler, kendi fikrince o adamı okşamış olur. Bazen gelenin çenesini de okşar ve herifin lakırtısını boğazına tıkadığının, boğduğunun farkında bile olmaz. Bazen, odasında meclis toplanmaya başlar. O meşgul görünür. Bir yazı okur. Sonra, güya dalgınmış da uyanmış gibi işi elden bırakır, sorar:
“Daha bütün arkadaşlar gelmediler galiba. Henüz vakit erken. Yavaş yavaş gelirler. Onlar gelinceye kadar benim için de birkaç dakika istirahat olur.”
Gerinir gibi yapar ve ilave eder:
“Bir sürşarj2 içindeyiz.” der.
Ancak bilmem samimi midir? Günün yarısını boşuna geçirdiğini bilir mi? Bir ufak kâtibin ondan on kat fazla çalıştığını bilir mi? Onun hâli benim hoşuma gider. Ben onun ne zaman yorgunluk göstereceğini, ne zaman kaide söyleyeceğini bilirim. İki zamanda kaide çıkarması muhakkaktır. Biri, eğer bir itiraza uğrarsa:
“Arkadaşlar ben, kıymetli arkadaşlarımızın söylediklerini dinlerken hayret ediyorum. Biz bunları yazarken onların düşündüklerini hiç düşünmedik. Hatırımızdan bile geçmedi. Onun için her vakit söylerim, bir insan kendi fikrine fazla ehemmiyet vermemeli. Cidden arkadaşlar, bunu aramızda müşterek fikirlerin husulü için söylüyoruz, bir insan kendi fikrine fazla ehemmiyet verirse, arkadaşımızın düştüğü hataya yüzde doksan düşer.”
Bu, bir kaide. İkinci şekli, birinin bir teklifini kabul ve ona iltifat etmek isterse gene kaideler:
“Beyefendi emir buyursanız da bu evrak gelince kalemden hemen bize verseler. Çünkü bilahare hepsi şey oluyor…”
Bu teklifin dalkavukluk olduğunu bilmez mi? Yoksa bilir de aldırmaz mı? Bana kalsa, teklifi halisane görür.
“Evet” der. “Hakkınız var. Zaten, bütün arkadaşlar biz aramızda âdet etmeliyiz. Her gün kalem bizim dikkat nazarımız altında olmalıdır. Ben, arkadaşlar, âdet etmişimdir, her gün gelince bir defa kaleme uğrarım. Dikkat ederseniz görürsünüz, hemen bütün evrakı bir günde çıkarmak benim büro mesaimin esasıdır. Bunu bütün arkadaşlar âdet etseler, burada hiç toplu iş kalmaz. Bunu, tabii bütün arkadaşlarım bilirler. Ben, yalnız fikirleri toplamak için söylüyorum. Yoksa bizim mesaimiz burada en modern mesaidir. Daha da olacak… Zamanla, ne esaslar koyacağız! Metot oldukça o daima kendi kendini itmam eder.”
Bu zavallı adamın hayatı kaide, gevezelik ve yelkovanı çıkmış saatin mesaisi gibi boşuna yorgunluk yahut yorgun görünmektir. Kendi çok yaşlı değildir. Ama iridir. Toraman, karaman bir adam. Ensesi, yanakları ve karnı şişkin durur. Hele karnı çok büyüyor. Ağzı ufak ve biraz içine kaçık gibidir. Bu iri hâliyle çevik bir adam görünür.