demiş. Bak belaya…
“Cehenneme kadar… Ne derse desin.” dedim. “Herif beni gönderdi, ben de gittim, söyledim.”
Gittim, yerime oturdum. Odacı geldi.
“Seni müşavir istiyor.” dedi.
Gittim, ayakta.
“Siz, ikinci daire müdürü içeriden çıktı dediniz. Ben de gittim gene kapıyı zorladım, açılmadı. Çıkmamış. Beni ikinci defa hataya düşürdünüz.”
“Olamaz! Ben ikinci daire müdürünü yerinde ziyaret ederek emrinizi yerine getirdim. Hüsnükabul7 etti.”
“Nasıl olur? Kapı açılmıyor!..”
“Efendim, başka biri girmiştir.”
“Ben de düşündüm ama pek ihtimal veremedim. Bu kadar çabuk mu? Kapıda mı bekliyorlarmış?”
“Bilir miyim, efendim. Bir tesadüf olacak. Bir ‘esküz’ daha yaparız.”
“Evet, size zahmet oluyor ama… İhtiyaç olmasa elbette bunlara hiç hacet kalmaz.”
“Tabii, değil mi efendim.”
“İçeride şayet biri varsa…”
“Evet?”
“Başkası daha evvel davranırsa diye düşünüyorum.”
“Merak buyurmayın, ben temin ederim.” dedim.
“Affedersiniz, size çok zahmet veriyorum ama müşavirlik sıfatı ile kapıda beklemek doğru olmuyor da…”
“Hakkınız var efendim. Arzu buyurursanız kilitletelim, anahtarını alalım.”
“Hayır, o da şey olur… Bir hususi yer yaptırmalı. En doğrusu budur.”
“Efendim, o ne vakit yapılır. İdare para vermez. Daireden ihtiyacı olan olursa aşağı girsinler.”
Razı olmadı.
“Olmaz olmaz.” dedi. “Siz bu seferlik temin buyurunuz da ben muhasebeci beyle, daire müdürü ile konuşurum. İcap ederse direktöre de açarım.”
Gittim, odacının birini getirdim, kapıya diktim.
“Ulan.” dedim. “İçerideki çıkınca bana haber ver. Yeniden de kimseyi koyma!..”
İçeride levazım efendilerinden biri varmış. O çıkar, tesadüf olacak ya bizim kalem muavini girecek olur. Odacı göğsüne dayanır. Geldi, bana çıkışıyor:
“İnhisar8 mı? Odacıya tembih etmişsin! Bu da yeni adalet…”
“Efendim, ben ne yapayım. Müşavir sıkışmış. Kendi rica etti.”
Ne ise, kavga dövüş, müşavir girmiş çıkmış. Beni odasına çağırdı, teşekkür etti.
SABAH DEDİKODUSU
Durgun, sıcak temmuz gecesi. Cumayeri ağalarından Salim Bey, altmışlık, iri yarı, yaşına göre dinç bir ihtiyar, akşamdan etli ekmeği fazlaca kaçırmış. Gece, şehirde yeğeninin evinde yere serilmiş döşekte uyandı. Sokağın aydınlığı kafeslerden süzülüp odayı hafifçe aydınlatıyordu. Yatağında doğruldu, yanında yatan yeni karısına baktı. On yedi, on sekizinde genç irisi bir kız; ellerini ayaklarını germiş, bacağının biri yataktan çıkmış, uzanmış uyuyor. Genç gövdesi yatağı, belki bütün odayı ısıtıyor. Salim Bey göğsünü, kollarını kaşıdı, sonra yataktan kalktı, pencere önüne oturdu. Cıgara yaktı.
Karşıda, hanın kapısı önünde don gömlekli bir adam binek taşının üstünde oturuyor, han kapısının sağ yanında yere uzanmış bir başka adamla konuşuyordu. Biraz uzakta hapishane kapısını bekleyen nöbetçi candarma sokulmuş, bunları dinliyordu. Sokakları sessiz, yalnız bulmuşlar, kendi evlerindeymiş gibi lakırtı ediyor ve ihtiyar yaşında genç kadın almış bir adamın dedikodusunu yapıyorlardı.
“Ne babası, dedesi yaşında desene. Herifin torunlarının kızları onun kadar olur.”
Kalın, hırıltılı bir ses cevap verdi:
“Kabahat veren keratada.” dedi.
“Veren de pezevenk alan da! Herifin kaynatası kendi çocuklarından daha genç.”
Candarma söze karıştı:
“Kendine güveniyor ki almış.” dedi.
“Ne güveniyor? Bunamış desene! Hiç, ‘Bu kızı bana niçin veriyorlar?’ diye düşünüyor mu? Verenler ne heriflerdir, bilir misin?”
Salim Bey, bu hırıltılı kalın sesi tanır gibi oldu. Bu kim? İncelerin Arif mi? Değil. Hüsnü Hoca’nın sesine benzer ama o geçen yıl öldü. Salim Bey, kafese daha yakın sokuldu:
“Alan kerata düşünmeliydi. Karadonlu’nun Cemal gibi ona da bir boynuz takarlarsa gününü görür. Gitti, çayda kendini boğdu.”
Biraz durduktan sonra gene o hırıltılı kaba ses:
“Ah avradını.” dedi. “Memlekette delikanlı kalmadı. Karıyı alır dağın sarpına sararlardı, ölüsüne dirisine öğüt olurdu.”
Candarmanın gayretine dokundu:
“Bırakırlarsa!..” dedi.
“Hadi yavrum, bırakmazlar da ne ederler? Hani Kara Ali’yi niye tutmuyorlar?”
Duvar dibinde uzanan cevap verdi:
“Kocalı karıya günahtır.” dedi.
“Elin oğlu onun günahına da katlanır ama o yiğidi nerede bulayım! Yetmiş yaşında pezevengin ne kocalığı olacak ki günahı olsun. Karı, adama duacı olur be!”
“Köse’nin gelinini kaldırdılar da iki yıl gezdirdiler, sonu ne oldu? Köse, para verdi, hepsini it gibi birbirine boğdurdu.”
“Boğdursun! Ben iki yıl gezdireyim de!”
Biraz sustular. Gene, Salim Bey’e tanıdık gelen o ses:
“Karıyı görsen.” dedi. “El değmemiş sanırsın. Koynunda memeler testi gibi. Ahh avradını, genç olmalıydım. Gösterirdim babasına da kocası olacak herife de…”
Yanlış bir şey olmasın. Bunlar, kimin için söylüyorlar? Konuştukları adam Salim Bey mi, başka biri mi?
Bu ses kimin sesi?
GENÇ KIZLA YAŞLI ADAM
“Nereye böyle?”
“Hiç, can sıkıntısı. Güzide halama bir uğramak istiyordum. Sabahleyin onlardaydım, şimdi gene gidiyorum. Gidip ‘Ne var, ne yok?’ diye soracağım. Biliyorsun, bir şey yok ama ne yapayım? Can sıkıntısından ölüyorum.”
“Doğru mu, ablan birine kaçmak, varmak istiyormuş? Nedir bu iş?”
“Doğru ya! İşte o da benim gibi. Biliyorsunuz, ablamı Selim’e vereceklerdi. O da istiyordu. Ablam da biri alsın da şu iç sıkıntısından kurtulayım, diye bakıyordu. Selim geldi gitti; bugün, yarın dediler, vermediler. En sonunda da çocuktan yüz çevirdiler. Babam, onun için bir söz mü işitmiş, nedir? Açık açık istiskal9 ettiler. Eh, oğlan da gelmeyiverdi. Ablam, bunlara kızdı. Sonra bu Orhan Rıza ablamı zaten tanıyordu. İkisi görüşürler, evlenmeye karar verirler. Şimdi, ablam, bizimkilere söylüyor, ‘Ya verin yahut kaçıp evleneceğim!’ diyor. Bizimkiler de bu zamanda, yaşı geçkin bir kız koca buluyor da daha düşünüyorlar. Ben anlamıyorum.”
“Haklısın.