yavaş indi merdivenlerden. Yapacak hiçbir şeyin olmadığı bir gün daha başlamıştı. Tekli koltuklardan birine attı kendini. Başını arkaya yasladı ve öylece kaldı. Karnının acıktığını hissediyordu ama canı bir şey yemek istemiyordu.
Dışarıda insanoğlu tanımadığı bir düşmanla savaşıyordu. O ise en güzel zamanlarını, on yedi yaşını fareler gibi bu delikte saklanarak tüketiyordu. Dört duvar arasında nefessiz kalmaktan sıkılmıştı artık. Bahçeye çıktı. Defne’ye göre evin en güzel yeriydi bahçe. Komşunun bahçesindeki zeytin ağaçları uslu bir süs köpeği gibi susta dururken onların bahçesindeki zeytinin dalları göğe uzanıyordu.
Babasının bahçeye ektiği domates ve biberleri sulama görevi Defne’nindi. Artezyenden dolan büyük su deposunun çeşmesini açtı, damlama borularının altındaki toprak yavaş yavaş ıslanmaya, kokusu yayılmaya başladı.
Sebzelerin yanına biraz da çiçek ekelim demişti babasına ama “Çiçekler yenmez ki. Zaten az olan suyumuzu çiçeğe mi harcayalım?” deyince Deniz kazanmıştı.
Artezyen suyu biter miydi? Kendisi de bilmiyordu ama yiyecekleri idareli tüketmek ihtiyacı hasıl olunca cimriliği tutmuştu babasının.
Dalların ve köklerin birbirine karıştığı, toprağın tüylü yeşil yapraklarla örtüldüğü küçük domates tarlasında kocaman bir domates buldu. Bu sabahki kahvaltıları hazırdı. Bunun gibi birkaç domates daha buldu mu babası da Mert de doyardı. Ta ki içlerinde domates ağacı çıkana dek. Her gün domates yemekten bıkmıştı ama babası domatesleri iştahla götürürken, bunu bulduğunuza şükredin kızım, diyordu.
Yeşil yaprakların içinde yetişen yeşil biberleri bulmak domatesleri bulmaktan daha zordu. Üzerindeki tişörtün eteğini kıvırıp oraya doldurdu topladıklarını. Kısa sürede bir kucak biber toplayıp mutfağa döndü, tişörtündekileri mutfak tezgâhına boşalttı. Mert bayılırdı biberlere. Kahvaltıyı beklemeden tavşan gibi kıtır kıtır yerdi bu tazeleri.
Buzdolabını açtı, beş yumurta çıkardı. Evdeki en serin yer olduğunu düşünerek dolaba koyuyorlardı yumurtaları. Buzdolabının bomboş rafları, dişleri çekilmiş bir çene gibi sırıtıyordu kapısı her açıldığında. İki gün önce bahçede ateş yakıldığında haşladıkları yumurtaların bugün yenmesi gerekiyordu. Bu sıcakta daha fazla durmazlardı. Buzdolabı, ocak ve fırının çalıştığı günleri deli gibi özlemişti. Yüzyıllar öncesini yaşıyorlardı ne de olsa: Elektrik, su, doğalgaz, market, pazar yoktu.
Açlık vardı, en çok da dışarıda.
Yokluktan, boşluktan, sıkıntıdan bunalıyordu. Dünya bir an önce normale dönse ve bu hapis hayatı bitse, diye düşünürken saate baktı. Sanki akrep bir yere gelince bu kâbus bitecekti.
Mutfak sandalyelerinden birine tünedi. Çenesinin altına topladığı bacaklarına sarıldı. Küskündü her şeye. Ne yaptığını, ne düşündüğünü bilmeden öylece oturdu. Yine bir sürü boş zamanı vardı ama yapacak hiçbir şey yoktu. Dünyanın bu denli yavaş dönmesine daha ne kadar dayanılabilirdi ki?
Bahçe kapısının önüne iki serçe kondu. Ne aptal kuşlar bunlar, diye düşündü. “Dünya üzerinde istediğiniz yere uçabileceğiniz kanatlarınız varken neden bizim evin bahçesindesiniz ki?” diye söylendi kuşlara. “Hadi ben bu bahçenin dışına çıkamıyorum, siz gidin bari. Bak şu duvarın arkasında uçsuz bucaksız Edremit Körfezi var. Aylardır görmedim ama biliyorum, var. Siz bari uçun oralara. Madem ki virüsten korkacak sebebiniz yok…”
Arkasından bir ses “Defne?” diye seslenince irkildi. Babasını görünce baskına uğramış gibi şaşırdı. Kuşlarla konuşurken yaklaştığını fark etmemişi. Babası “İyi misin kızım?” dercesine suratına bakıyordu. “Kuşlar,” dedi Defne, “istedikleri yere uçabilecekleri halde bizim bahçede pinekliyorlar, onlara kızıyorum.”
“Öyleyse kovala gitsin… Ben çıkıyorum,” dedi babası.
Sevimli bir kız olmaya çalışarak “Peki, ne zaman gelirsin baba?” diye sordu Defne.
“Geç gelirim,” cevabını aldı.
Anladı Defne ve sustu. Mutfakta kaldı sessizce, on dakika sonra dış kapının kapandığını duydu. “Ben de alır bir kitap okurum,” diyerek odasına çıktı.
Yıllardır alınıp yan yana dizilmiş bir sürü kitap vardı odasında. Hangisini seçeceğini bilemedi, pek okuyası da yoktu. Buraların düzene sokulması gerekiyordu. Kitapların bir kısmına başlayıp daha ortasına varamadan bırakmıştı. Konularını doğru düzgün hatırlamıyordu. Onları, okumadığı kitaplarla birlikte üst rafa koydu. Satın aldığını unuttuğu, kapağını dahi açmadığı bir sürü kitap vardı bu rafta. Bir zamanların “çok satan” kitaplarıydı bunlar; şimdi yazarlarını bile anımsamıyordu. Annesi her seferinde “Kızım alma şu boş kitapları. Doğru düzgün bir şeyler oku,” derdi. Defne annesinin paraya kıyamadığını sanırdı. Annesinin geçen sene aldığı ama kendisinin kapağını beğenmeyip bir kenara attığı kitaplardan birini buldu. Camın kenarına yerleştirdiği armut koltuğuna oturdu. Arkadan vuran gün ışığı nedeniyle odanın en güzel okuma köşesiydi burası. Okurken dalıp gitti.
Bir-iki saat sonra kapının zili çaldı. Ucuz cep telefonu melodisi gibi kesik kesikti sesi. Evin pencerelerine çarpıp her geçen gün biraz daha yaşanmaz hale gelen odalarda yankılandı, merdivenlerden yukarı çıktı ve Defne’nin odasına kadar geldi. Defne sesi duyunca irkildi, çünkü bu dağ başında, çevredeki evlerde yaşayan hiç kimse yoktu.
Hemen ardından ikinci kez çaldı zil, kısa ve ısrarsız. Duymazdan gelmeyi çok istedi. Bu yüzden hiç istifini bozmadı. Elindeki kitabı okumaya devam etti ama aklı kapıya takılmıştı bir kere. “Ya tekrar çalarsa,” diye düşündü. Zilden çıkacak üçüncü sesi bekliyordu artık. Bu sefer kalkacaktı. Ve işte zilin neresinden çıkıyorsa çıktı o zırıltı. Babası olamazdı, dışarı çıkarken anahtarını yanına alırdı. Ayağa kalktı. Aşağı inerken bir sürü düşünce uçuştu aklında. “Başka kim olabilir?”
Merdivenleri inerken alttan ikinci basamağın gıcırdadığını hatırladı. Oraya geldiğinde usulca kenarına bastı. Çıkacak sesi dışarıdaki duyar da evde olduğunu anlar, diye korktu. Defne’nin sinirini bozan sesiyle tekrar tekrar çalıyordu zil. Çoktandır duymayınca unutmuştu ne güzel. En son ne zaman duyduğunu hatırladı. Bir ay önceydi. Yaşlı bir kadındı gelen. Kapının açılacağına dair pek umudu yoktu ki zili üçüncüye çalmadan sessizce uzaklaşmıştı.
Bu sefer gelen her kimse kapıyı açtırmakta kararlıydı. Kapıdakinin kim olduğunu görebilmek için pencereye yanaşıp gizlice baktı. Perdenin arkasından görebildiği kadarıyla uzun boylu, genç bir adamdı ve şimdiden sabırsızca hareketlenmeye başlamıştı. Defne ne yapacağını düşünürken tekrar duyuldu zil sesi. Böyle giderse sırf bu sinir bozucu sesi duymamak için kapıyı açacaktı. Adam kapıyı kırarcasına yumruklamaya başladı ve maskesini açtı.
“Kapıyı açın. Kimse yok mu? Kapıyı açın lütfen,” diye bağırdı gür bir sesle. Kararlılığı yüzünden okunuyordu.
Hiç ses çıkarmamak, ölü taklidi yapmak daha doğru geliyordu Defne’ye. O da özlüyordu kapıların güvenle açıldığı zamanları ama devir değişmişti. Yiyecek çalmaya gelmediğini nereden bilecekti? Tedirgindi.
“Deniz Bey, ben Taner Kurtsoy. Evde kimse yok mu? Kapıyı açın lütfen,” diyordu adam ısrarla. Sabırsızlığı sesinden taşıyordu.
Defne “İyi de babam evde yok ki. Hem o evde yokken yabancı birine kapıyı açtığımı öğrenirse çok