de bir anda yukarı postalayıvermişti babası. Evin kuralları çok açıktı. Dış kapı açıldığında çocukların alt katta olması kesinlikle yasaktı. Deniz bütün dünyayı baştan başa saran virüsten çocuklarını böyle önlemlerle koruyabileceğini düşünüyordu. Oysa kendisi yiyecek bulmak için dışarı çıkmaya mecburdu. Fi tarihinde olduğu bir aşının kendisini hâlâ koruduğuna inanıyordu. Allah’tan yaşadıkları ev dağ başında bir köydeydi. En yakın komşu ev yüzlerce metre uzaktaydı. Tabii o evde birileri yaşıyorsa ve en önemlisi de hastalıktan veya açlıktan ölmedilerse…
Bu aralar taş devrinde gibi yaşadıkları, kimseyle haberleşemedikleri için dışarıda olup bitenleri hiç bilmiyorlardı. Sonuçta Deniz’in aldığı önlemler şimdiye kadar işe yaramıştı ve hâlâ hayattaydılar. Kuş uçmaz kervan geçmez bu yerde kimden virüs bulaşacaktı?
Ege sahillerinin yeni dağ köylerinden birindeydi evleri. Şehir hayatından kaçanlar bu modern ama doğallığını korumaya özen gösterilen köyde dinleniyor, babaannelerinin, anneannelerinin yaşadığı huzuru arıyorlardı. Salgın nisan ayında başlamıştı; geçmiş yazlarda bile sakin olan Edremit’in Kavurmacılar Köyü’ne yazlıkçılar henüz gelmemişti. Tüm kıyı sahilleri boştu bu yaz. Meydanlar, sokaklar, şehirler, belki de bütün dünya bomboştu.
Evde dört duvar arasında yaşayanlar ölesiye sıkılıyorlardı. Hele Defne sıkılmak kelimesini diline doladı mı papağan gibi defalarca tekrarlıyordu. Bir tek evin babası halini belli etmiyordu. Issız adaya düşmekten farkı yoktu yaşadıkları hayatın. Adaları bir ev ve bir arka bahçeden ibaretti. Dünya üzerinde sadece üç kişi yaşıyorlardı sanki. Defne, dediğim dedik babası ve gıcık erkek kardeşi… Gerçi her zaman gıcık değildi Mert. Ama dört aydır bu dört duvar arasında herkese bir haller olmuştu.
6 Ağustos 2024, Deniz
Çocukları üst kata yollamıştı Deniz. Yukarıdan gelen şamata seslerine bakılırsa odalarına girmemişlerdi. Kalbi duracaktı heyecandan. Bakanlıktan gelen sarı zarflardan müjdeli haberler çıkmazdı genelde. Bu yüzden aylar sonra gelen sarı zarf Deniz’i önce korkutmuştu ama sonra üzerinde karısının el yazısını görünce mutlu olmuştu. Ondan gelen sayfalarda neler yazdığını çok merak ediyordu. Ortalıkta okursa çocuklar görür ve rahat bırakmazlardı. Yalnız kalmak için odasına çıkmalıydı, yukarıdakiler sakinleşene kadar mutfakta oturup bekledi. Yokluğunda bu koca evin ne kadar sıkıcı olduğunu Nermin’e söylemek isterdi. İkisi de hayatlarını çalışarak geçirdikleri için evlenmeye karar verdikleri ilk günden itibaren hep deniz manzaralı, büyük, sakin bir dağ evi hayali kurmuşlardı. Belki de hayalleri ortak diye evlenmişlerdi. Arkadaşlarının hemen hepsi ilk maaşlarıyla araba almaya niyetlenmişken, onlar evlendikten sonra bu evin hayaliyle para biriktirmeye başlamışlardı. İlk evlilik yıl dönümlerinde, Deniz hediye olarak bu evin projesini yaptırmıştı. Eşine daha güzel bir hediye veremeyeceğini o gün anlamıştı.
Yapımı için iki yıl uğraşmışlardı ama değmişti. En mutlu anılarını saklayan iki katlı bu yapı, yirmi yıldır her fırsatta geldikleri tek adres olmuştu. İlk yerleştiklerinde üst kattaki yatak odası haricinde diğer üç odayı boş bırakmışlardı. Üçünü de çocuk odası yapmak istiyordu Deniz. Nermin ise ikisi çocuk odası, biri misafir odası olacak, diyordu. Yıllar Nermin’i haklı çıkardı.
Evin en sevdikleri yanı, arka bahçeye bakan kocaman bir pencerenin aydınlattığı büyük mutfağın geniş ve yüksek bir kemerle salona bağlanmış olmasıydı. Amerikan mutfak denen bu tarzı Nermin de severdi ama yemek ve bulaşıktan yorgun düştüğü zamanlarda “Şu Amerikan mutfağı kim icat ettiyse… Aynı odadasın güya ama mutfakta yaşıyorsun,” diye söylenmekten geri kalmazdı.
Evden kat kat büyüktü bahçe. İkisinin de hayali biraz para biriktirince bahçeye şirin bir butik otel yaptırmaktı. Bu arsayı aldıklarından beri hayalleri buydu zaten ama gereken para yıllardır birikmiyordu bir türlü. Yavaş yavaş emeklilik hayali olmaya başlamıştı. Hayallerinin kış akşamları anlatılan ışıltılı masallara benzemesinden korkuyorlardı.
Bu koca alanda çocukların koşturmaları bugün bile gözünün önündeydi. İki kardeş birbirini kovalarken mutfaktaki kapıdan terasa, oradan da arka bahçeye çıkarlardı. Evin iki yanındaki minik patikalardan ön tarafa dolaşıp kapıyı çalarlardı. İlk zamanlarda sırayla açılıp kapanan bu kapı, sonraları açık bırakılmıştı; ta ki çocuklar büyüyüp bu oyundan sıkılana kadar. Tüm yıllık izinlerinde, bayramlarda, hatta hafta sonları işten güçten fırsat buldukça hep buraya kaçarlardı. Yıllık izinleri toplasalar otuz gün etmezdi. Hevesleri kursaklarında dönerlerdi her seferinde. İlk defa bu kadar uzun süre kalıyorlardı; fazlasıyla uzun!
Yukarıdan ses gelmiyordu nihayet. Kıvrılarak üst kata çıkan ahşap merdivenlere yöneldi. Bir yandan mektupta ne yazdığını merak ediyor, bir yandan da bu merakın tadını çıkarıyordu. Yıllarca koşa koşa çıktığı merdivenleri, şimdi yavaş yavaş, tırabzanlara tutunarak çıkıyordu. Altmış yaşına gelmişti ve şişmanlamıştı. Bir haftadır merdiven çıkarken sol dizi ağrıyordu.
Yatak odasına girip kapıyı kapattı. Çocuklar birkaç saat yanına sokulmazlardı. Deniz, karısından gelen mektuba baktı uzun uzun. İçi ürperdi, gözleri doldu birden. Belki de daha dün karısının eli değmişti bu kâğıt parçasına. Onun nizami el yazısını nasıl da özlemişti. Su içer gibi, bir çırpıda okudu mektubu. Saçları neredeyse kel denecek kadar seyrelmiş başını tavana kaldırdığında alnı kırışmış, gözleri dumanlanmıştı. Tekrar mektuba eğdi başını. Bu sefer yavaş yavaş okudu.
Kısa ve açıktı Nermin’in yazdıkları. Anlaşılmayacak bir şey yoktu. Defne’yi istiyordu. İstediği hepsi için zor olacaktı ama Nermin kararını çoktan vermiş görünüyordu. Deniz de ona olan sonsuz güveni sayesinde bu kararın arkasında olmalıydı. Kötü de olsa rayına girmiş görünen hayatları bir kez daha alt üst olacaktı.
Şimdi yanında olsa, omuzlarına dökülen kumral kıvırcık saçlarının arasında dolaşsaydı parmakları. Dalıp gitti karısını hayal ederken.
“Ben saçlarını okşadıkça o bana daha da sokulsa. Sevgiyle baktığında gözlerinin içinde yanıp sönen ışıklar ruhumu aydınlatsa. Gülünce kısılıp ince bir çizgi haline gelen, baktıkça güzelleşen gözleri şimdi hüzünlü müdür? Yuvamızı mutlu ve sıcak kılan, sevdiğimin kıpır kıpır, neşe dolu enerjisiymiş meğer. Ona bir kavuşabilsem, bir daha asla bırakmam.”
6 Ağustos 2024, Taner
Direksiyon başına geçene kadar Deniz’in ona verdiği zarfı almakla hata yapıp yapmadığını düşündü. Oturur oturmaz elindeki zarfa baktı; Nermin’in dün ona verdiği zarftı. Tekrar, eğreti bir şekilde kapanmıştı. Kapalı bile sayılmazdı. İstese açardı. Zarfın üzerini eliyle yokladı. İçinde Deniz’in uzaktan gösterdiği kâğıttan başka bir şey olamayacak kadar inceydi. Gizlice merkeze soksa kimseye zararı olmazdı. Zaten onunla beraber karantinada kalacaktı. Gidince zarfı Nermin’e verirdi. O da istemezse imha ederdi.
Kendi kendine konuştuğunu fark edince güldü. Gerçi bir gören de olamazdı bu halini. Buralar da her yer gibi bomboştu. Arabayı çalıştırdı. İlk seferinde çalışmadı, korktu. Bir an durakladı. Depo benzin doluydu. Tekrar denedi. Neyse ki bu kez çalıştı.
Taner buraya gelirken Nermin’in ailesini hayal etmişti. Nedense Deniz’in çok daha genç ve yakışıklı olduğunu düşünmüştü. Öyle anlatmıştı Nermin. “Nermin Hanım eşini çok özlemiş olmalı,” diyerek güldü kendi kendine. Aile fotoğrafına bakarken Deniz’in gözlerinin nemlenmesinden