acaba Nermin’le? Yasak olmasına rağmen mektup getirip götürecek kadar yakınlar mıydı? Böyle bir sürü şey geçti o an aklından.
Yazdığı mektup karısının eline ulaşır mıydı bilmiyordu ama akıllı kadındı Nermin. Telefonda konuşurlarsa kimseye çaktırmadan, kocasının anlayabileceği bir şeyler söylerdi mutlaka.
Deniz “Benim gibi inatçı bir adamı bile ustaca idare ediyorsun ya, bravo sana,” deyince Nermin de “Seni idare ettiğimin farkındaysan pek başarılı değilim demektir,” der, gülüşürlerdi.
Odaya, eşyalara baktı. Hepsinde Nermin’in el izleri vardı. Yıllardır her gelişlerinde birkaç parça yeni eşya almak, duvarları boyatmak isterdi Nermin. Bakım yapacak kadar çok kalmadıkları için ihmal etmişlerdi evi. Boyası idare ederdi de eşyaya hakikaten ihtiyaçları vardı. Evdeki hemen tüm eşyalar annelerinin eski evlerinden getirdikleri tarihi eserlerdi. İkisi de hatıralarından dolayı bu eşyaları kullanmaktan memnundu ama en azından yıllanmış karyolayı seneler önce değiştirmeliydiler. Sağdan sola dönerken bile yayları gıcırdıyordu. Deniz çocukluğunda kendini görebilmek için önünde zıpladığı aynalı konsolu ölse de kimselere vermezdi. Çocukluğu dolaşıyordu bu eşyaların arasında. Zaten tüm bunlar için artık çok geçti.
Düşüncelere dalmışken kapı çalındı, hemen ardından da açıldı. Deniz kâğıtları aceleyle sakladı. Kapıdaki Defne’ydi. Öylece ayakta durmuş babasına bakıyordu. Zaten zayıftı, buraya geleli daha da kilo vermişti. Babasının gülümsediğini görünce gelip yanına oturdu. Çocukluğundan beri arada bir babasının yanına oturur, iyice sokulur, başını omzuna dayardı. Öylece sohbet ederlerdi baba kız. Aynen öyle oturdu yine. Uzun zamandır bu şekilde sohbet ettikleri yoktu. Bu aralar Defne ne zaman ağzını açsa sözün dönüp dolaşıp geldiği yer hep aynıydı:
“Canım sıkılıyor baba.” Ama bu sefer Deniz’in de kızıyla konuşmaya çok ihtiyacı vardı. Konuşmadı Defne, Deniz de ne diyeceğini bilemediği için sustu.
“Neden?” dedi Defne sonunda. Öyle durup dururken “Neden böyle oldu baba?”
Bu sorunun cevabı öyle zor, öyle uzun ve öyle bilinmezlerle doluydu ki neresinden başlayacağını bilemiyordu Deniz. Belki bildiği şeylere katlanması daha kolay olurdu insanın, ama bilmedikleri çok şey vardı. Üstelik Deniz bildiği bazı şeyleri bile çocuklarına söylememiş, çocuklar da cevaplarını alamadıkları soruları sormaktan çoktandır vazgeçmişlerdi. Bir süredir yaşamı sorgulamayı bırakmışlardı. Parçalarının yarısı eksik bir yapbozu tamamlamaya uğraşıyorlardı hep birlikte. Sadece onlar değil, tüm dünya aynı bilinmezlikle boğuşuyordu. En ufak bir hatanın hayatlarına mal olacağı bir bilinmezlikle.
Defne’nin bir cevap aramadığını, sadece konuşmak istediğini düşündü Deniz. Dürüstçe yanıtlamaya çalıştı. “Bilmiyorum kızım. İnsanların kendi zaferleri uğruna binlerce insanın hayatıyla oyun oynamaları anlaşılır gibi değil,” dedi.
“Ne binleri baba! Milyonlarca insan öldü diyorlardı radyoda. Hani en son çıkan uzman…” diye hararetli hararetli anlatırken lafını kesti babası.
“O program yarıda kesildi hatırlarsan. Bu kadar moralini bozma. Öyle kesin sayılar söylemek doğru değil. Kimse tam sayıyı bilmiyor,” dedi. Ümit tek teselliydi, kırılırsa yerine yenisi gelmezdi.
“Bu nasıl bir vahşiliktir aklım almıyor. Nasıl bir insan bunun olmasını ister?” derken gözleri dolmuştu Defne’nin. Hayatın acımasızlığını genç yaşta öğrenmişti.
“Bunun adı biyolojik savaş. Savaş hep topla tüfekle olmaz. Birbirine düşman topluluklar yüzyıllarca az veya çok uyguladılar bu yöntemleri. Zarar görmesini istedikleri toplumların hayvanlarını zehirlediler, ekinlerini yaktılar. Ama en kötüsü insanlar üzerinden yürütülen biyolojik savaşlardı tabii ki. Eski çağlarda vebadan, cüzzamdan veya başka bulaşıcı hastalıklardan ölmüş insanların cesetleri düşmanların yaşadığı yerlere gizlice bırakılırmış. Ya da savaşarak alamadıkları düşman kalesine hasta birini gizlice sokarlarmış. Ondan sonra da kenara geçip hepsinin ölmesini beklerlermiş. Bu kadar basit aslında. Tabii bu silahı kullanacak tarafın, kendisine zarar vermeyecek şekilde hareket etmesi gerekir.
Hatta bizim bu meşhur çiçek virüsünün biyolojik savaş malzemesi olarak kullanıldığı bir olay da yaşanmış yüzyıllar önce. Amerika’ya yerleşmiş olan göçmenler, yerel Kızılderililere çiçek hastalarının kullandığı battaniyeleri vererek toplu ölümlere neden olmuşlar. Belki bu kadar büyük faciaya sebep olacaklarını onlar da tahmin edemediler. Savaşta mantık aranmıyor ki.”
“Ne kadar iyimsersin yine baba,” dedi Defne, babasıyla alay eder gibi. “Ortada savaş bile yok ki. Teröristlerde bile hafifletici bir sebep arıyorsun sanki. Doktor değil avukat olmalıymışsın,” diyerek bir konuda daha babasını eleştirmenin rahatlığıyla oturduğu yerden kalktı ve odanın içinde dolaşmaya başladı.
“İyimserlik değil bu yavrum. Basit bir virüsün tüm dünyayı böylesine kasıp kavuracağını kim bilebilirdi? Oysa savaşın bile bir ahlakı olmalıdır. Vicdanlı bir insanın bu kadar ölümcül bir hastalığa bilerek sebep olabileceğine inanamıyorum. Kaldı ki bu hastalık geçmişte de salgınlara neden olmuş ve yüzbinlerce insanın ölümüne yol açmıştı. Ne kadar tehlikeli olabileceği biliniyordu yani. Ama aşılama sayesinde tamamen yok edilmişti. Öylesine kökü kazınmıştı ki artık riskli olmadığı düşünüldüğü için çocukların bu virüse karşı aşılanmasına bile son verilmişti.”
“Eğer bu hastalığın bir aşısı varsa bizlere neden yapmadılar? Tarla fareleri gibi deliklerimizde hapsolduk aylardır,” diye lafa atladı Defne.
“Bundan kırk dört yıl öncesine kadar uygulanıyordu bu aşı. Yıllar içinde dünyada Çiçek Hastalığı hiç görülmeyince uygulamadan kaldırıldı.”
“Varsın görülmesin. Bizi aşılamaya devam etselerdi ya.”
İki elini beline dayamış, söylene söylene, daireler çizerek dolaşıyordu odada. Aşının yapılmamasına karar veren herkese, tüm dünyadaki sağlık yetkililerine bunun hesabını sormak istiyordu.
“Bunun çok geçerli bir sebebi var tatlım,” dedi babası. “Çiçek aşısı diğer aşılar gibi değildi, tehlikeli yan etkileri vardı. Senin anlayacağın çiçek aşısı şimdiki aşılara benzemiyordu. Şimdiki aşıların çoğu ölü aşılar. Yani yan etkileri yok denecek kadar azaltılmış aşılar. Çiçek aşısı ise canlı aşı dediğimiz türden olduğu için sıklıkla felce ve hatta ölüme neden olabiliyordu. Yani ortada risk yokken çiçek aşısı yapmak topluma faydadan çok zarar verirdi. Tıpta bir şeyin faydasını ve zararını karşılaştırırsın. Terazide zararları fazla geliyorsa yapmaktan vazgeçersin.”
“Sonra ne oldu peki? Zombi gibi toprağın altından çıkıp dirilmedi ya bu virüs…”
“Hiç hasta insan olmadığını söyledim, hiç virüs olmadığını değil. Hastalığın kökü kazındıktan sonraki dönemde, Dünya Sağlık Örgütü’nün kararıyla ülkelerin ellerindeki virüsler toplanıp imha edildi. Aşı çalışmaları yapan araştırma laboratuvarlarındaki aşı virüsleri de toplatıldı. O günden bu yana çiçek virüsü, tüm dünyada sadece iki laboratuvarda mevcuttu. Bunlardan biri Amerika’da ikincisi de Rusya’daydı. Bu iki merkez de Dünya Sağlık Örgütü’nün denetimleri altında çalışan, güvenilir laboratuvarlardı.
İlk hastaların tanısını koyarken dünya çapında tüm doktorlar çok zorlanmıştı. Hatta hastalık etkeninin çiçek virüsü olduğu uzun süre açıklanamadı bile. Çünkü şimdi bahsettiğim nedenlerle Variola Virüsü’nün hortlamasının