Hastalığı’nın özel bir tedavisi yoktur. İlave bakteriyel enfeksiyonları engellemek amacıyla antibiyotik tedavisi başlanabilir. Ayrıntılı tedavi şeması yine elinizdeki formlarda mevcuttur.
Üzülerek belirtmeliyim ki Dünya Sağlık Örgütü’nden Sağlık Bakanlığımıza gelen son bilgilere göre şimdiye kadar Çiçek Hastalığı tanısı alan ve antiviral tedavi uygulanan hastaların hiçbirinin kliniğinde düzelme gözlenmemiş ve ölümle son bulmuştur. Kısacası şu an için virüsün bilinen hiçbir tedaviye cevap vermediği ve dün itibarıyla dünya genelinde beş yüz kırk iki hastanın bu virüs nedeniyle öldüğü bilinmektedir.”
Bir anda salondan daha büyük bir uğultu yükseldi. Konuşmacı sözlerine devam etmek istedi ama salondaki hemen hiç kimse onu dinlemiyordu artık. İnsanlar gözleri büyümüş, korku ve hayret içinde yanındakiyle, arkasındakiyle konuşmaya başlamıştı. Önde oturanlardan biri ayağa kalkmış ve ısrarla konuşmacıyı taciz ediyordu. En sonunda söz alarak sordu. Kelimeleri, cümleleri bir araya getirmekte zorlanıyor gibi konuşuyordu.
“Toplamda tanı alan kaç olgu var? Siz şimdi beş yüz kırk iki ölü var, diyorsunuz. Bu çok büyük bir rakam. Yani bu hastalıktan ölüm oranı nedir?”
Farklı bir ses tonunun duyulması ve en önemli konuda, çok net bir soru sorulması herkesin ilgisini çektiği için salondakiler biraz sakinleşti. Herkes soluğunu tutmuş verilecek cevabı bekliyordu.
“Dün akşam itibariyle bakanlığımıza toplamda bildirilen ve tedavi altına alınan sekiz yüz kırk dokuz hasta olmuş. Bunların iki yüz kadarı da bir gün öncesine ait, yeni tanı alan hastalar. Kısacası, hemen tüm hastaların tanı aldıktan sonra ortalama dört ila beş gün içinde öldüğü bildirildi. Yani ölüm oranının yüzde yüz olduğunu söyleyebiliriz.”
Bu cümleler uzun süre bütün kulaklarda çınlayacak kadar inanılmazdı. Tüm katılımcılar doktor da olsa söylenenler kolay sindirilebilecek şeyler değildi. Konuşmacı, sözlerine yine mecburi ara vermek zorunda kaldı. Basit bir hesapla, tanı alan hemen tüm hastaların birkaç gün içinde öldüğü anlaşılıyordu. Matematik şimdiye dek hiç bu kadar acımasız olmamıştı.
4 Nisan 2024, Deniz
“Alo,” dedi Deniz kaygıyla ama karşıdan ses gelmedi. Nermin ilk defa suratına telefon kapatmıştı. Söylediği onca şeyden sonra Deniz’in kendine gelmesi uzun sürmedi. Hemen Defne’yi aradı. Kardeşini alıp vakit geçirmeden eve gelmesini söyledi.
Deniz eve vardığında çocuklar henüz gelmemişti. Evin sessizliği ürküttü onu. Sair zamanda eve en geç gelen Deniz olurdu. Kapıyı açıp girdiğinde önce Mert üzerine atlardı. Deniz düşmemek için direnirken Defne gelirdi. Mert’in yıllardır eksilmeden devam eden şebekliklerine yadırgayan gözlerle bakarak “Hoş geldin baba,” derdi. Çocukların arkasından yetişen Nermin, o anki keyfine göre ya gülerek ya da kızarak “Ah be oğlum, in babanın üzerinden, bir gün devireceksin koca adamı,” derdi. Hele de Deniz’in elinde torbalar varsa. “Bak sen şu sıpaya, babasının elindekileri alacağına,” diye söylenirken poşetleri alır mutfağa geçerdi. Bu tafsilatlı karşılama sayesinde Deniz tüm yorgunluğunu kapının önünde bırakır, eve öyle girerdi.
Bu sefer ölüydü ev. Ne çocukları ne eşi ne de onların gülücükleri vardı. Deniz üç büyük bavul çıkardı hemen. Yanına neler alması gerektiğini düşündü önce. Temizlik malzemeleri, ilaçlar… İlaç kutusunu indirdi dolaptan. Her boydan bir sürü ilaç kutusu, dört kişilik bir ailenin yıllardır biriken anı dükkânı gibiydi. Birçoğu Mert’in alerji nöbetlerinden, Defne’nin ağır geçirdiği zatürreden hatıraydı. Yere ilaç kutusunu devirdi, ilaçlar halının üzerine saçıldı. Lazım olanları almalıydı sadece. Onlarca kutu vardı. Bunları okuyup ayırmaya uğraşacak zamanı yoktu. Hem orada ne kadar kalacakları da belli değildi. Ne olur ne olmaz deyip hepsini bir torbaya doldurdu, bavulun yanına koydu. Fakat kendisi için yeterince astım ilacı yoktu evde. Elindekiler en fazla üç hafta yeterdi. Mert’in alerji ilaçları da az kalmıştı, en önemlisi onlardı. Ne çok eksik vardı. Cüzdanı kaptığı gibi eczanede aldı soluğu. Acil gereken ilaçların yanında, lazım olabileceğini düşündüğü ağrı kesici, ateş düşürücü, antiasit, aklına ne gelirse aldı. İlaç sevmeyen bir ailenin paniğiydi bütün bunlar. Nermin ne olup bittiğini söyleseydi, ona göre ilaçlar alırdı. Merakla yüzüne bakan eczacıya tatile gideceklerini söyledi. Allah’tan eczane yakındı, eve dönmesi on dakikasını aldı.
Eve vardığında çocuklar gelmişti. Bir kapının girişindeki bavullara, bir de babalarının yüzüne bakıyorlardı şaşkın şaşkın. Yolda gelirken plan yapmıştı Deniz, hızlıca eşyaları hazırlayacak bavulları alıp alışverişe çıkacaklardı. Hazırlanırken bir yandan da alışveriş planını konuştular. Aynen Nermin’in ona verdiği talimatlar gibi, o da kısa ve net talimatlar vermişti çocuklara.
“Hızlıca evden çıkmamız gerekiyor. Uzun süre eve dönmeyeceğimiz bir tatile çıktığımızı düşünün. Yanınızda olması gereken her şeyi bu bavula koymalısınız,” dedi Deniz.
“Issız adaya düşersen yanına ne almak isterdin, gibi bir oyun mu bu?” dedi Mert gülerek. On üç yaşının verdiği neşeyle her şeyi oyuna çevirme potansiyeli vardı.
“Aynen öyle oğlum ama oyun değil, gerçek maalesef,” cevabını alan Mert’in yüzündeki gülümseme kayboldu bir anda, şaşkın ördek gibi sendeledi olduğu yerde. “Hadi, hadi! Herkes odasına. Giysilerden başlayın. Hem yazlık hem de kışlık almalısınız. Edremit’e gidiyoruz. Orada yazlık kıyafetler var gerçi. Sadece kışlıkları alın siz. Hırka ve paltolar da dahil. Oyalanmayın. On dakika sonra hazırladıklarınızı kapının önündeki bavulların yanında görmek istiyorum. Ben kontrol ettikten sonra bavullara yerleştireceğiz.”
“On dakika mı?”
“Evet, on dakika kızım. Uzun bir inziva hayatı gibi düşünün. Ona göre hazırlanın.”
Bir yandan onlara laf yetiştirirken bir yandan da eline geçeni evin girişinde topluyordu.
Aklına yatmayan şeyi yapmayacak yaşlara gelmiş olan Mert hâlâ olduğu yerde dikiliyor ve “İnziva mı? O da ne? Nereye gidiyoruz ki?” diyordu. Şaşkın sesi duvarlarda yankılanıyordu.
“Hadi oğlum, hadi! Hemen yola çıkıyoruz. Hızlıca eşyalarımızı hazırlıyoruz, sonra da markete gidip yiyecek alıyoruz.
“Peki annem? Annem ne olacak?”
“Daha sonra gelecek sanırım. Meraklı sorular istemiyorum artık. Marş marş.”
Deniz sesini yükseltmişti. Konuşmasındaki kesinlik üzerine çocuklar birbirine meraklı gözlerle bakarak sessizce odalarına yöneldiler. Deniz de yatak odasına girerek otomatik bir şekilde, hiç düşünmeden eşyalarını yatağın üzerine koyarken aklından geçen soruların cevabını bulamamanın sıkıntısı içindeydi. Nermin’in kıyafetlerini de almalı mıydı?
“Beni beklemeyin,” demişti Nermin.
En azından birkaç kazak, pantolon, gecelik ve palto aldı. O gelmese bile Defne giyerdi.
İşi bitince odadan çıktı. Sıra çocukların bavullarına gelmişti. Ne kadar lüzumsuz eşya varsa hepsini almışlardı. Deniz hazırlanan eşyaları eleyip gidecek olanları bavula yerleştirirken her elenen eşyada bir bağırtı yükseliyordu.
“Hayır! Gitarımı bırakamam ki baba,” diyordu Mert, “Ama o benim günlüğüm!” diyordu Defne, ardından yine Mert “Arabam olmadan olmaz! Ben yaptım onu, ne çok uğraştım, biliyorsun baba. O benim hayatım,” diyerek ayak diriyordu.
Babalarının cevap bile vermediğini görünce