deniz geçer, ruhu hangisinde konaklamak isterse orada durabilirdi insan. İster yirmi kubbeli camisinde geçirirdi saatlerini isterse çevresindeki çarşıda. Öyle çeşnili bir şehirdi ki her gönlü doldururdu Bursa.
Nermin yirmi yılını Bursa’da yaşamıştı. Şehrin göbeğinde, insanın ve binanın en yoğun olduğu yerde. Fakültedeyken sınıf arkadaşlarıyla birlikte okul çıkışında Heykel’deki meşhur pastanenin önünde otobüsten iner, şehrin caddelerinde yürürlerdi. Beş dakikada Ulu Camii’ne varırlardı. Yorulunca Koza Han’da bir mola verirlerdi. Mevsim yazsa limonata, kışsa sıcacık salep içerlerdi. Nermin içeceğini beklerken başını göğe kaldırıp Bursa’yı onun şehri yapan çınar ağaçlarının arasından gökyüzünü seyrederdi. Mola bitince Kapalıçarşı’nın albenili vitrinleri arasından Reyhan’a doğru inerlerdi. Şehre ilk kez gelenlerin bile kokuları takip ederek kolayca bulabileceği tarihi fırının tahinli pidesini çok severdi Nermin. Oradan aşağıya doğru sallanıp Şehreküstü’den Altıparmak’a uzanırlardı. Sevgililerin buluştuğu Burç Pasajı’nın önünden geçerken yutkunurlardı illa ki. Çekirge’ye kadar yürürlerdi, evleri oradaydı. Böylece Bursa’yı boydan boya gezmiş olurlardı. Şimdi düşününce komik geliyordu ama onların gözünde bu kadarcıktı Bursa.
Nermin o şehrin çocuğuyken bin bir kapılı parkını çok severdi. Annesiyle babası bu kocaman parkta kaybolmadan yollarını nasıl buluyorlar, diye şaşardı. Her seferinde bir kapıdan girer başka kapıdan çıkarlardı. İlk gençlik yıllarında da bozulmadı büyüsü. Hayallerle dolu Nermin, parkın ince uzun, kıvrımlı yollarına sığınırdı tek başına. Çekirge Caddesi’ne bakan taraftaki, kollarını iki yana açmış şehri kucaklıyor gibi heybetli duran asırlık çınar ağacının altında bir rüyalık uyur, bir ömre bedel rüyalar görürdü.
Yukarıdan tıkırtılar gelmeye başlayınca Bursa’dan Ankara’ya döndü. Çocukluğunu ve gençliğini bırakıp çıktığı Bursa’ya bir daha geri dönmemişti. Ömrünün yarısından çoğunu geçirdiği Ankara onun için gurbet değildi artık.
Tıkırtılar artıyordu, ev halkı uyanmıştı, onlar uyandıysa dört duvar uyanırdı birazdan. Sabahları bir hengâme içinde canlanan ev, onlar gidince dinleniyordu mutlaka. Tam da o sırada fırından kokular gelmeye başladı. Nermin’in zamanlaması yine harikaydı. Mert merdivenleri ikişer ikişer inip de sofrada dumanı tüten peynirli ekmekleri görünce yüzü güldü.
“Sen var ya anne, seni yılın annesi ilan ediyorum!” dedi alkışlar içinde şımararak. Annesini üç öpücükle ödüllendirdi. Deniz ve Defne de inince masada ekip tamamlandı. Neşe içinde kahvaltı ediyorlardı. Nermin’e göre kahvaltıda fazlalık bile vardı. Her kahvaltı sofrasında başköşeye kurulan koca bir televizyon. Deniz’in kahvaltı zamanı sabah haberlerini izlemesi en kötü huyuydu. Her sabah ilk iş olarak o televizyonun açılmasına sinir oluyordu Nermin. Aralarında anlaşmışlardı, akşam yemeklerinde televizyon kapalıydı ama kahvaltıda açıktı. Alışmıştı aslında, duymamaya çalışıyordu. Hiçbir şeyin kahvaltı keyfini bozmasına izin vermezdi çünkü.
Bu sabah daha yüksekti televizyonun sesi. Bir anda televizyondan gelen “Acı bir haber var sırada” sözü bütün gülüşleri bastırırdı. Salgın hastalık lafını duyunca iyice dikkatini verdi Nermin. Başını kaldırıp ekranda yüzü gözü şişmiş, kızarmış insan görüntülerini görünce birden havası değişti. Bir onların evinde yaşadığı mutlu ve sağlıklı hayat vardı, bir de uzaklarda bir yerde yaşanan hastalıklar.
Haber uzayınca merak içinde ayağa kalkıp televizyonun başına geçti. “Fransa’da ve İtalya’da yeni tanı alan hastalardan sonra bir açıklama yapan Dünya Sağlık Örgütü yetkilileri, suçiçeğine benzeyen bu hastalığın…” diye devam ediyordu haber spikeri.
Görüntüler o kadar korkunçtu ki ağzında çiğnediği lokmayı yutmakta zorlandı. İnsanların vücutları korkunç lezyonlarla kaplı, bilinçleri kapalıydı. Neredeyse ölmek üzereydiler. Hiç de hayra alamet değildi bu görüntüler.
Bir an önce hastaneye gitmesi gerekiyordu. Yanındaki oğluna bir öpücük verip kalan ev ahalisine de yüksek sesle “Ben çıkıyorum millet,” deyip aceleyle çıktı evden. Hastaneye vardığında başhekimin sabahtan beri dört-beş kez kendisini aradığını öğrendi. Hastaneye geç kalmamıştı, hatta erken bile gelmişti. Bu aramalar sabah kahvesine pek benzemiyordu. Çantasını bırakıp önlüğünü bile giymeden hemen üst kata çıktı. Sağlık Bakanlığı’nın, şehirdeki tüm enfeksiyon hastalıkları uzmanlarını, katılımı zorunlu olan bir toplantıya çağırdığını öğrendi. Konuyu tahmin etmek zor değildi. Arabayı otoparktan çıkaramayınca taksiye atlayıp bakanlık binasına gitti.
Yüzlerce doktor toplantının başlaması için sabırsızlanırken kendi aralarında şu yeni meşhur ve meçhul hastalıktan bahsediyorlardı. Ankara’daki iki hastanede benzer şikâyetleri olan beş vaka görülmüştü. “Bu gece de haberlerde bunu seyrederiz artık,” diye düşündü Nermin can sıkıntısıyla.
Kocaman salonun uzun ara koridorlarında hızlı hızlı dolaşıp duran, yakalarındaki mikrofonlar ve kulaklıklarla sürekli birileriyle iletişim halinde gibi görünen siyah takım elbiseli, gizemli adamlar hiç hoşuna gitmemişti. Nermin ve arkadaşları kendi aralarında konuşup tahmin yürütürken onlar kararmış yüzleriyle ne hakkında konuşuyorlardı, kim bilir. Neyi veya kimi beklediklerini bilmeden bekliyorlardı yarım saattir. “Çevre ilçelerden gelenler var,” denildiğini duydu bir ara. Neyse ki saat onu geçerken salonun bütün kapıları kapandı. Kürsünün etrafında asık yüzle dolaşan ama pek kimseyle konuşmayan bir başka siyah takım elbiseli beyefendinin kürsüye çıkmasıyla toplantı nihayet başladı.
“Sayın meslektaşlarım, değerli katılımcılar. Hepiniz hoş geldiniz. İsmim Cenk Baykara. Sağlık Bakanlığı Bulaşıcı Hastalıklar Birim Başkanlığı’nda görevliyim. Bir süredir televizyonlarda, sosyal medyada ve hepimizin ortak gündeminde olan önemli bir mevzuyu konuşmak için burada toplandık. Bildiğiniz üzere iki haftadır, dünya geneline yayılmış, virüs kaynaklı olduğu düşünülen bir hastalıkla karşı karşıyayız. Dünya Sağlık Örgütü’nün resmi olmayan açıklamalarına göre hastalığın etkeni Variola virüsü.”
Variola adını duyar duymaz salondan sesler yükselmeye başladı. Konuşmacı bunları duymazdan gelerek sözlerine devam etti.
“Şu an elimizde başka bir etken olduğuna dair kanıt olmadığından, toplantının bundan sonrası tüm dünyayı etkileyen, yaşadığımız bu salgının Variola virüs kaynaklı Çiçek Hastalığı olduğu varsayımına göre planlanmıştır.”
Bir anda salonun her yerinde söz almak için el kaldıran ve ayağa kalkan birçok dinleyici oldu. “Ama… Mümkün değil… Facia…” kelimelerinin seçildiği bir sürü cümle dolanıyordu salonda. Nermin’in tek düşündüğü bu sabah televizyonda gördüğü görüntülerin, kitaplarda anlatılan Çiçek Hastalığı’yla birebir uyuştuğuydu. Yıllardır görülmeyen ama bir zamanlar insanlığın başına bela olmuş eski düşmandı bu. Nefesini tutmuş, konuşmacıyı dinlemeye çalışıyordu. Hoparlörlerden gelen ses birkaç perde daha yükselip salondaki uğultuyu bastırdı.
Konuşmacının “Heyecanınızı anlıyorum arkadaşlar ama salondaki sessizliği sağlayabilirsek konuşmama devam edebilirim. Şu an kimseye söz hakkı veremeyeceğim. Beni dinlerseniz sorularınızın cevabını alacaksınız zaten,” demesiyle salon kısmen sessizleşti.
“Ülkemizdeki verilere gelirsek, düne kadar Ankara’da bize bildirilen iki ayrı merkezde toplam beş vaka olduğunu biliyorduk. Bu sabah yeni bildirimler geldi. Hastalarla yakın temasta bulunan on yedi kişide yüksek ateş ve halsizlik gibi hastalığın başlangıç semptomları