Bu arada bundan sonra kimseye yaklaşmayın. Çocukları sıkı sıkı tembihle. Alışverişte mümkün olduğunca insanlardan uzak durun. Özellikle hasta görünenlerden. Yüzünde sivilce, leke olanlara asla yaklaşmayın. Eve gider gitmez mutlaka ellerinizi yıkayın, üstünüzü değiştirin. Hemen yola çıkın. Sana bu anlattıklarımı kimseye söyleme. Hiç kimseye. Anladın mı? Çocuklarımızı korumalısın. Kapatmak zorundayım. Sizi seviyorum. Çok seviyorum,’ demişti ve bir anda konuşma kesilmişti.
O an uzayan bir sessizliğin içine düştüm.”
Deniz sustu. Bunları anlatırken o günü yeniden yaşadı. Açık pencereden serince bir rüzgâr esiyordu. Usul usul yağan yağmurun sesi duyuluyordu. Pencereyi kapatmak için kalktı. Bir zamanlar bu pencereden dışarıya bakınca köyün sokaklarını ve doğayı hayran hayran seyreden turistleri görür, hallerine gülerdi. Şimdiyse terk edilmiş evler ve kimseye değmeden esen rüzgârın hırçın sesi vardı.
Defne’den ses gelmeyince dönüp baktı, kızı yatağa uzanmış, dizlerini karnına doğru çekmiş, kollarını göğsünde kıvırmış, elleri yastığına yaslanmış öylece uyuyakalmıştı. Kalkıp dolaptan ince bir çarşaf aldı ve “Hava çok sıcak baba,” diyen gece gündüz askılı tişörtler giyen kızının üzerini örttü. O zaman gördü yanağında asılı kalmış gözyaşını.
“Ah benim güzel kızım. Çabalarımız hep sizin ağlamayacağınız bir dünya içindi ama beceremedik,” dedi.
Buraya geldikleri o ilk günden itibaren çocuklar bir sürü soru sorup durmuşlardı. Deniz babalık otoritesiyle hemen hepsini savuşturmuştu. Sonra Defne sormuştu ilk defa o en zor soruyu. Annesinin nerede olduğunu, ne zaman geleceğini. “Bilmiyorum,” demişti Deniz, inandıramamıştı.
Bir süre sonra sormayı bıraktı Defne, her halinden belliydi; hem babasına hem de annesine küsmüştü. Sonra zamanla babasının bu hallerine alışmıştı ama annesine olan kızgınlığı gün geçtikçe artmıştı. Gençti daha. Hayatta bazı soruların cevabının ne kadar zor olduğunu bilmiyordu henüz.
4 Nisan 2024, Can
“Günaydın abicim. Erkencisin yine. Dışarıda güneş doğdu mu bari?” dedi Can, suratında yılışık bir gülümseme vardı.
“Doğdu tabii tembel çömez. Ben erken gelmedim. Benden başka bütün dünya güne geç başlıyor oğlum,” diyordu ki telefonu çaldı Ali’nin. Arka cebinden çıkardığı telefonun ekranında büyük harflerle “TEVFİK ABİ” yazıyordu.
Telefonda birkaç kez “Tamam abi, hemen abi,” dedikten sonra tekrar Can’a döndü.
“Ben çıkıyorum çömez. Buralar sana emanet. Bakanlıktan çağırmışlar beni. Artık siyasete girme zamanı geldi de geçiyor,” dedi. Can ile konuşurken yüzü gülüyordu fakat gelen telefondan sonra bakışları değişmişti. Aklı ne zaman bir yerlere takılsa gözleri aklıyla beraber ayrılır giderdi bu dünyadan. Sorun neyse, onu çözmeden de eski haline gelmezdi. Meraklıydı Can ama başhekimle ne konuştuklarını sormak uygun olmazdı şimdi.
“Abi, yanlış anlama ama siyaset kim sen kim?” diye muhabbete devam etti. En iyi bildiği şey çene çalmaktı çünkü.
“Niye öyle diyorsun? Yakıştıramadın mı beni bakanlık koltuğuna?”
“Ondan değil abicim. Sen doktor olmak için yaratılmışsın bir kere. Senin o işlere kafan basmaz,” dediğinde yapmacık olduğu belli olacak şekilde kaşları çatıldı Ali’nin. Bu sefer de Can toparlama ihtiyacı hissederek “Yani abicim yanlış anlama da siyaset başka bir dünya. Hem sen olmazsan ben ne yaparım?” diye kıvırdı lafı. Ali de güldü ve o kocaman eliyle omuzundan tutup salladı asistanını. Zayıf oğlan mısır dalı gibi sallanıyordu Ali’nin ellerinde.
“Merak etme çömez. Senden iyi bir enfeksiyon hastalıkları uzmanı yapmadan buraları bırakmam. Hem benim ne işim olur siyasetle? Acil toplantı varmış Bakanlıkta. Ona gidiyorum.”
Sözünü bitirip hızlı adımlarla uzaklaştı. Çok gitmemişti ki geri döndü, bir şey diyecekmiş gibi etrafa bakındı. Uzaktan diyemedi, Can’ın yanına geldi, iyice yaklaştı.
“Dün bir ara Tuba uğradı, seni sordu. Can Bey’imiz nöbet çıkışı izinli, diyemedim kıza. Hoş ne diyeceğimi de bilemedim, geveledim bir şeyler. Sen ne işler çeviriyorsun bakayım? Daha geçenlerde bana demedin mi, abi ben bu kızla evlenmeyi düşünüyorum, diye. Kızcağızın senin izinli olduğundan bile haberi yok oğlum…”
“Abi tamam, evleniriz de daha ortada kesin bir şey yok zaten. Ben de çok bunaldım bu aralar, biliyorsun. Sınavlar, nöbetler falan derken gençliğimi yaşayamıyorum. Dün de arkadaşlarla Gölbaşı’na doğru kaçmıştık. Tuba’nın vizeleri var diye ona söylememiştim,” diye açıkladı vaziyeti.
“Sana gezme demiyorum oğlum ama madem bu kızla görüşüyorsun haberleşmeyi ihmal etmeyin. Telefon diye bir icat var.”
“Abicim, ince bir vaziyet vardı, Tuba’ya o yüzden söylemedim. Anlarsın ya,” diye lafı dolaştırdı.
Anladı Ali. Can’ın söylediklerini de söyleyemediklerini de anladı. Durdu ve yüzüne Can’ın daha önce hiç görmediği bir gülüş yerleştirerek “Oğlum, sen eğlenilecek kızların peşindesin ama bil ki kızlar da adam gibi adamlarla diğerlerini ayırmayı iyi bilir. Benden söylemesi. Kapının önüne konduğunda üzülmeyesin sonra,” dedi.
Lafını bitirince başka bir şey demeden arkasını dönüp gitti. Gülüşü öylece asılı kaldı koridorda. “Tamam tamam birazdan ararım Tuba’yı,” dedi içinden Can. İşleri bitmemişti daha. Aklı Tuba’ya takılmıştı.
“İyi de Ali abi dün ona ne dedi acaba? Sorsaydım keşke. Zormuş bu işler. Tek ayak üstünde iş çevirmeler. Kızı üzmeyi de hiç istemiyorum. Bu sene beşinci sınıf zaten, stajları da zor geçiyor. İyi ki burada değil de Hacettepe Tıp’ta okuyor. Yoksa her daim aynı hastanenin içinde dip dibe olmaya ne gerek var? İşin kötüsü onun hayali, uzmanlığını burada, Ankara Tıp’ta benimle birlikte yapmak. Bu kızda ne gereksiz bir romantizm var yahu, anlamadım gitti. Yok efendim evlenince birlikte gider gelirmişiz. Hastanede öğle yemeklerini birlikte yermişiz. Nöbetlerimizi de ona göre ayarlayalım bari. Yalnız yatmamış oluruz dedim, diye bana üç gün küstü.”
Nöbetten kalma bütün işleri bitirmişti ama servisi devredeceği asistan daha gelmemişti. Doktor odasında beş-on dakika uyuklayabileceğini hesap etti. Odaya girerken kapının hemen yanındaki aynaya gözü takıldı. Yeşil forması hâlâ üzerindeydi. Ali gitmişti nasılsa, bir ara çıkartırdı.
Aynayı geçen ay Ali astırmıştı buraya. “Odaya girip çıkarken kılık kıyafetinizi gözden geçirin çocuklar,” demişti. Bir doktorun dış görünüşünün her zaman kusursuz olması gerektiğini söylerdi. En çok da Can’ın gözlerine bakardı bunu söylerken. Serviste en çok sevdiği ve en çok kızdığı adam Can’dı çünkü.
“Bence rahatlık her zaman şıklıktan önce gelir abi,” dediği bir gün “Sen doktorsun, ona göre doğru düzgün giyinmelisin,” demiş ve gün boyunca da surat asmıştı Can’a. Ali her sabah servise ilk gelen kişi olmasına rağmen tıraşlı ve jilet gibi giyinmiş olurdu. Nöbet sonrası sabahlarında bile kimse inanamazdı onun önceki gece nöbetçi olduğuna.
Can o kadar kasamazdı doğrusu. Asistanlığının ilk yılıydı daha. Hayatı boyunca çok çalışmıştı zaten. Lise, üniversite, uzmanlık sınavı, çalışarak her istediğini başarmıştı. En büyük hayalini de gerçekleştirmişti. Uzmanlık sınavında ilk tercihini kazanarak bu hastanede asistanlığa başlamıştı. Şimdi biraz eğlenmeyi hak ettiğini düşünüyordu.