Ahsen Ilhan

ÜÇ NOKTA


Скачать книгу

Sen, geçen her an yeniden yoğruluyorsun bu yalnızlıkta. Yeniden insan olmanın şaşkınlığı içindesin. Başka gönüllere düşen acılara dost olmanın ruhu dinlendiren bir yanı var değil mi? Seni bütün varlığınla kuşatan ve çevrende var olan her şeyin, her yerin, her ânın tek sahibi de bunun böyle olmasını istememiş miydi senden?

      Acı, insanı yalnızlaştırır.

      Ne anlatabilirsin ki? Ne duyarlar, ne anlarlar? İçten içe acıyan bir yaran varsa; kendinlesin.

      Yalnızlık bazı şeyleri ezberletir insana. Mesela şarkıları… Ama bu defa farklı… Sözler, nağmeler, esler, arşenin kemanla her buluşması ve bütün detaylar… Nasıl da farkındasın her şeyin… Neyse…

      Sanatlı detayları geçelim. Onlar her zaman farklı bir yerde anlaşılır, anlatılır. Ezberlediğin yollar, sokaklar, basamaklar… Ama daha da derinine indiğimde bütün arızaları, eksikleri ezberlediğini görüyorum. Duvarın pürüzlü bir karesini kendine dost edinmiş gibisin. Halının eskimiş saçakları seni daha mı iyi hissettiriyor? Ne bileyim, gözün hep orada… Onu tanıyorsun işte… Tamam, bir şey düşüneceksin, bir noktaya sabitleyeceksin gözlerini. Bütün yalnızların âdeti olduğu gibi… Ama neden kapının boyası soyulmuş kısmını seçtin? Ya da tozlanmış bir masayı?.. Tam da aynanın buğulanmış kısmında yalnızlığına dalıyorsun, hem de her seferinde. Çünkü onlar da senin gibiler… Özet geçiyorum, unutma bunları! Beden olarak sen, ruhun gezindiği âlemleri dinlemekle yetiniyorsun. Söyleyememek ve onun efendisi anlaşılmamak, senin yalnızlığını doğuruyor; yalnızlık, acı veriyor; acı, var olması gerekenin yokluğundan geliyor. İşte sen bütün bu yokluğu ve eksikliği, çevrendeki nesnelerin eksik yanlarıyla birleştirmeye çalışıyorsun. Yalnızlığına dost arıyorsun, diğer yalnız nesnelerde… Tıpkı ağacın eksik yaprağı, yaprağın eksik olan ağacı gibi… Yaprak dalda şen gözükür, gururludur. Ne zaman düşer dalından sararır, ağaç da eksiktir, yaprak da… İkisi de yalnız, ikisi de acı içinde… Peki, bu yalnızlığın sahibi kimdir? Tabii ki sonbahar… Yani, hüznün mevsimi. Hüzünle anılan mevsim. O da; duvarın pürüzü, kapının boyası, halının saçağı ve senin ‘için’ gibi eksik…

&

      Ne zamandı?.. Tam olarak hatırlayamıyorum sanki… Hayır! Bir zaman dilimini işaret edebilirim, ay-yıl ve saat olarak; ama o kadar basit değil işte… Sanki yüzyıllar boyu sürmüş gibi, sanki asırlar önce olmuş gibi, sanki daha dünmüş gibi… Ne karmaşa ama! Böyle sakin ve huzurlu köşelerdeydi gözüm. Yalnızlığımı paylaşmak için değil elbette. Sebep bu olsaydı ki olduğu da oldu; o zaman eksik köşelerde gezdi gözlerim… Ama bu biraz daha farklı bir hissiyattı. ‘Ölümü özlemek’ diye bir kavramdan bahsetmiş miydim? Çünkü yalnızlığının sarılıp sarmalanmaya, kucaklanmaya susadığı, tarifsiz acıların; görünüşte sessiz ama içten içe yakan acıların (Kendileri, anlatıldığında bir yağmur damlası kadar hafif; ama yaşarken çığların altında kalmaya benzer.) sükûnete ihtiyaç duyduğu anlarda, yaratılmışların en heybetlisi olan ölümü bile özler insan… Topraktan yaratılanın toprağa ihtiyacı olmaz mı hiç? Ah ölüm! Söylerken bile ağır. Yavaş-yavaş söylenmeli. Bu yüzden ufak bir dokunuş yapmış olarak, ilerideki sayfalara bırakıyorum detayları… Ölüm kadar olmasa da; zaten yeterince ağır bir malzemeyi işliyoruz.

      Sonunu düşünmeden yaptığımız şeyler vardır hayatta… Bazen de sonunu düşünmekten, yapmaya cesaret edemediğimiz; hatta düşünmeye bile güç bulamadığımız şeyler… Şey diyorum; çünkü her şeyi dâhil etmek istiyorum, bu endişeli duruma… Mesela benim endişelerim bir yanıyla kıyamete benzer. Abartılı mı oldu? Ama düşünsene; topladık ya acıları, birçoğunu yaşamadan, sırf yaşayanların var olması ya da hep yaşayabilme ihtimali ile cehenneme çevirebilirim dünyayı. E bir yanıyla kıyamete benzer demiştim…

      Acı duyma ihtimali endişedir, değil mi?

      Acıyı hatırlıyor musun? Hissettiğin acıyı unutman mümkün değil. Ama kavram olarak anlattığım ‘acı’yı hatırlıyor musun? Var olanın yokluğu demiştik ya hani… İşte; var olanın yok olma ihtimali, başka bir deyişle, var olması istenilenin yok olma ihtimali ile düşülen bunalıma da ‘endişe’ diyoruz. Endişe neler yapar insana biliyor musun? Neler yapmaz ki? Şimdi asıl konudan uzaklaşma! Sahnenin en elverişli kısmında bağlayacağım.

      Endişe, zihnini meşgul etmeye başladığı andan itibaren bir takım olaylar birbirini izler. Endişeli bir çift göze baktın mı hiç? Ne fedakâr bir manası vardır. Hemen yadırgama! Hatırlamaya çalış. Belki sen başka adlandırmıştın; ama her ne gördüysen benim söylediğimle de çok uzak olduğunu sanmıyorum. Fedakârdır; çünkü bu hâlden kurtulabilmek için neler-neler vermeye hazırdır o! Peki bir endişeli durumdan kurtulabilmek için neler versen kâr eder?

      Endişe zihinsel bir faaliyettir, öyleyse fedakârlık pek de işe yaramayacaktır.

      Bunu elimizde tutalım ve devam edelim!

      Söylemek ve anlaşılmak ile ilgili bazı problemlerimiz vardı. Varsayalım ki söyledik ve anladılar; bu problemi ortadan kaldıralım. Çünkü birçok hissedişin anlaşılmaya ihtiyacı vardır. Neden mi? Aşk, özlem, nefret, öfke, dargınlık ve bunun gibi birçok his, alışverişe tâbidir. Fakat endişe denilen bu saygısız, anlaşılmaktan anlamaz. Yani, yine bir anlamayan bulduk. Ama asıl mesele o da değil. Endişe; ‘olan’ ya da ‘varken yok olan’ bir şeyin geride bıraktığı acı değildir ki… Senin hayal gücünü kötüye kullanman gibi bir şeydir. Senin kendi kendine yaptığın bu eziyet, nasıl olur da dıştan gelen bir etkiyle son bulur? Bulur aslında ama nadirdir. Bütün doğruların bir noktada kesişmesi gerekir bunun için. Bir yandan doğru zamanda, doğru insana, doğru cümlelerle anlatman gerekirken; diğer yandan edilgen şahsın da aynı doğrulara denk gelmesi gerekir. Bahtın bu kadar açıksa zaten yalnızlıkla ilgili yazdıklarımdan bîhaber olacağın için; şu an bu kapsama girmiyorsun sayılır. Ama ‘biz standart insanlar’ için devam etmek istiyorum. Kafaları çok karıştırmadan ikinci maddemizi de elimize alalım. Endişeli bir zihni, anlaşılmak tedavi etmez. Tıpkı ilk maddede olduğu gibi nasıl ki uğruna verebilecek hiçbir şeyi yoksa; anlaşılması da bir o kadar etkisizdir.

      Peki… Ne durumdayız?

      Korkulu rüyalara dalmış gibi hızla atan bir kalbimiz, her şeyini vermeye hazır bakan bir çift gözümüz ve bizi duyması ile gönülden anlaması arasında hiçbir fark olmayan edilgenlerimiz var. O hâlde biz neyiz? İşte, en elverişli sahnedeyiz, perdeler açılsın! Biz şu an; içten ve dıştan, sesli ya da sessiz, belki kısa bir an için, belki de baştan aşağı.......... yapayalnızız. Endişeli kalbine yoldaş bulamazsın! Öyleyse, sahne tamam…

      Kapansın perdeler!

      Tüm bunlar hayatın yan etkileri aslında. Seni bir yandan iyi eder, bir yandan dengeni bozar. Sana iyi gelen her şeyin tatsız bir yanı vardır. Yüzünü güldürenlerle gözyaşını akıtanlardan iki farklı küme oluştursana! Bu iki küme ancak birbirinin birleşim kümesi olabilir. Tamam, aksini mi iddia ediyorsun? Şartları zorluyorsun. Yine sözümden dönmem. En fazla senin için şunu yapabilirim; hadi birleşim kümesi olmasın; ama bu iki küme en azından bir kesişim kümesi oluştururlar, bilmiş ol! Evet, sanırım yalnızlık da hayatın yan etkisi. Kendini verdiysen bu satırlara, ne demek istediğimi biliyorsun. Yalnızlık, kanserli bir yumru değildir; ‘yaşamak’ isimli iyi niyetli şurubun yan etkisidir. Hap demiyorum ki boğazında düğümlenmesin ömrün. Şimdi senin söyleyemediklerin ve ağlayamadıkların boğazında hatırı sayılır bir yer teşkil ediyordur muhakkak. Bir de koskoca hayatı orada saklayamayız, değil mi?

&

      Velhâsıl, seni yalnız bırakan her ne ise; çevrendeki nüfus sayımıyla açıklayabileceğin bir durum değildir.