Kenarında, yamacında falan değil, tam üstündeyim.
Vaktiyle seni incitmek üzere sarf-edilmiş bir söz, bir davranış; karın boşluğunda bir yük ya da göğsünde bir demir yığını hissi bırakmıştı. Dudaklarını terk-eden sıcak kanın geride bıraktığı titreşime engel olamamıştın. Islaklığın etkisiyle büyüyen göz bebeklerine -aynı zamanda- damarlarının genişleyip daralmasını hissediyor olmanın şaşkınlığı yerleşmişti. Yutkunmana yardımcı uzuvlarında bir ihanet de seziyordun… Yine zihnine emrediyordun belki… ‘Ağlama!’ Ama yine hata ediyordun; çünkü sen ‘Ağlama!’ dedikçe o sana ters gidiyordu. Hatırlarsan ruhunu da ikna edememiştin ‘Ağlama!’ derken… Zihnin ve ruhun bu mücadeleyi verirken; kalp çok savunmasız kalmıştı. Vücudunun bu amansız değişimine ayak uyduramamış ve engel olamamıştı. Bu duruma tepkisini daha hızlı konuşarak vermişti kalbin… Sen, onun sesine öyle yoğunlaşmıştın ki etraftaki sesler buğulanıyordu. Evet, tüm bunlar incindiğin zaman olmuştu. Yanık izi gibi bir şeydi. Zamanla acısı hafiflemiş, yaran kabuk bağlamıştı. Seni inciten her ne ise zihnin de, ruhun da, kalbin de unutmuştu zamanla…
Ama hayır!
An geldi, hafızan devreye girdi.
Baş-edemediğin bu ‘hatırlayış’ hâli; seni sürekli unutmak istediğin yerlere götürüyor. Hem de üstünkörü değil, derinlemesine, en ince detayına kadar… Bu hatırlayışı; düşünmeni sağlayan zihnin başlatıyor, acıyı hissetmeni sağlayan kalbin eşlik ediyor ve nihayet ruhun ışıksız kalıyor. Baştan sona bir kez daha düşünüp bitirmek istedin acıyı… Kim bilir ne kadar zaman geçmişti üstünden; ama hafızan seni hiç yanıltmıyor değil mi? İşin kötü tarafı, ömrün yollarında adım-adım yürürken yolda da düşürmüyorsun bir türlü… Üst üste biriktiriyorsun tüm acı hatıraları… Gerekli-gereksiz çıkartıyorsun ortaya, kaldırdığın yerden. Fakat; en son buna benzer cümleler kurduğumda, bunun bir ‘lütuf’ olduğunu mu söylemiştim yoksa? Peki, sen!.. Hafızanın bir lütuf olduğunu söylediğim satırdan bu yana anlattıklarımı biriktirdin mi? O hâlde; şimdi hatırla! Sahip olduğun bu yeteneği anlattıktan hemen sonra; ‘Yanılma!.. Hâlâ yalnızlığın tam üstündeyim.’ derken; ‘acıyı hatırlamak’ ve kalbin buna eşlik etmesi ile düştüğün yalnızlıktan bahsettiğimi şimdi anladın sanırım. Kastettiğim şeyin; yalnızlık değil, senin ‘derin yalnızlığın’ olduğunu çok iyi biliyorsun.
Bütün bu süreci baştan anlatmayacağım. Fakat bağlantıyı yapabilmek için tekrara düştüğüm kısımlar olacaktır. Bunu yadırgama ihtimalin beni endişeye düşürmüyor. Çünkü hissetmeni sağlamaya adıyorum bundan sonraki cümlelerimi…
Sana diyorum ki; geçmişte zaten canını yakmış bir ânı tekrar hatırladığında, kalbine bir sızı yanaştığında, şu âna kadar saydığım bütün sebeplerden öte bir sebebin var artık! Üstelik; ruhun, başka âlemleri gezmeyi çoktan bıraktı. Vücudun, maziden gelen bu acıyı taklit ederken artık ruhun da seninle… Yani sen, hep birlikte (ruh ve beden), gerçek zamanlı olmayan bu acıyı hissederken yalnızlığının tam üstündesin. Kenarında, yamacında falan değil, tam üstünde…
Birçok cevaptan daha lüzumlu sorular sormak istiyorum sana. Bulunduğun zamana ait bir acıya -bir ihtimal- müdahil olma şansın vardır, değil mi? Bir şeyleri düzeltme; durumu, mekânı ya da gereken her ne ise onu değiştirme ihtimalin olabilir değil mi? Tabii ki sadece bir ihtimaldir; fakat ihtimal de muhtemeldir sonuçta… Ancak zamanında yaşanıp bitmiş ve acı hatıralar hanesine yazılmış bir durum için şu an ne yapabilirsin?
Ne yazık!
Sen, detayları hatırlayabilen güçlü bir belleğe sahipken; yaşananları neşeli bir âna çevirecek yetkiye sahip değilsin. Onu geç!.. En ufak bir müdahalede bulunma lüksün bile yok! Sen, yakın çevrenle birlikte (kalp-zihin-ruh), maziye yaptığın bu yolculukta -hiç şüphesiz- yalnızsın!
Bunca detayı, sürekli hatırlayıp durmak; seni zamandan ve mekândan soyutlar. Bu izolasyon, bu sıyrılma; yalnızlık değilse… Nedir?
Hevesli bir insan, hep bir sonraki adıma odaklıdır. ‘O’, ânda kalamaz. Geçmişi yâd eder, geleceğe koşar; ama ânda kalamaz. Zaten geçmiş, hep eksik gelir insana… Tamsa bile geçmiş olması onu eksik kılar. Gelecek ise çoğunlukla kaygı sebebidir. Ayrıca; hevesleri yığınla olan bir insan, bulunduğu zamana saygı göstermekte yetersizdir. ‘Ânı yaşamak’ adlı fütursuzluktan bahsetmiyorum. Detaya önem vermelisin! Ânda kalabilmek, şükür sebebidir. Haddinden fazla geçmişe hayıflanmak ya da geleceğe kaygılanmak, ya imanı zedeler ya da…
Seni yalnızlaştırır!
Zamanının ve benliğinin elverdiğinden fazlasını yaşamaya hevesli bir insanın mazisinde birçok yarım kalmış ân vardır. Gerçi, herkesin biraz vardır. Fakat onun hep vardır. Hatta onun içinde kalanlardan bir insan daha çıkar… O derece…
Şimdi, benimle kal! İnsanı yalnız bırakan durumlardan birindeyiz. Bu duruma; herkes -her zaman- dâhil olmamakla birlikte, herkes -çok zaman- dâhildir.
Ben, hiç gitmediğim kıyıları düşlerim bazen… Öyle düzenli, kusursuz, tanıdık kıyılardan bahsetmiyorum. Hani çalılardan geçerek ulaştığın, taşlık yollardan yürüdüğün, samimi deniz kıyıları vardır ya… Nerededir, kimler vardır üstünde?.. Bilemem. Bir vakit; oralarda mutluyumdur, fikrimde… Nedendir bilmem, yüzümde hafif bir pembelik hâkimdir. Hiç üstünde durmadım düşlerken ama yaz mevsimi midir, nedir? Sıcak gibi gelir hep… O mutluluk; ömrümce beklediğim bir tebessüme döner yüzümde… Sonra… Kısa süren bu resim silinir gözlerimden, yerini uzun sürecek bir özleme bırakır. Yaşanmamış bir zamanı özler dururum. Sanki ona bir ulaşabilsem bütün hüzünler eskiyecek gibi gelir. Asla varamam. Ömrümün her mütebessim anında vardım sanırım; ama varamam. Yaşanmamış yüzlerce hayat düşleyebilir insan zihni… Fakat, özlemek nedir? Hâlbuki özlemek; varlığını zaten bildiğin bir adres içindir. Yaşadığın bir zaman, sevdiğin bir insan, gittiğin bir yer ya da bildiğin herhangi bir şey… Ama bu; varlığına tümüyle yabancı ânı özlerken nasıl da anlamı değişti kavramların!.. Özlemek; artık o bildiğin ‘özlemek’ değil işte… Düşlediğin kıyıyı bulup da gidemezsin bile… Gitsen de her şeyi yanında götüremezsin. Kiminle, ne durumda, nasıl bir hisle oradaydın ki düşlerken? Sen bile çözemezsin. Bilirsin ki; düşündeki o taşın üstüne hiç basmadan bitireceksin ömrünü… Ama yine de beklersin. Belki bir gün…(?)
Kaç türlü özlemek varsa; bu anlattığım içlerinde en garip olanıdır. Yok saymanı istediğim ‘hatırlamak acıtır’ tamlamasına dâhil bir ‘özlemek’ vardır mesela; en acısıdır esasen… En garip olanı da yaşanmamış bir zamanı özlemektir. Hissettiğin, tam anlamıyla özlemdir; ama nasıl tatmadığı bir hissi özlediğini anlamaz insan… Üstüne biraz düşündüğünde, bu durumun, senin ‘ân’da kalamamandan kaynaklandığını anlıyorsun. Öyle olunca; neden hep varmak istediğin fakat varamadığın bir durum olduğu da ortaya çıkıyor. Ruhunun hevesleri öylesine büyük ki; en mutlu ânı bile hissetmeye müsait değil. Çünkü düşlediğin her ne ise yaşadığından daha büyük bir huzuru temsil ediyor. Hani dedim ya; ömrünü o taşa basmadan bitireceksin diye… Hâlbuki benim altını çizmek istediğim mesele; o taşa bassan da fark etmeyeceksin! Kendine yüklenme yine de… Bu; şükürsüz kalbinin yarattığı bir durum değil. Daha çok yaşamaya hevesli ruhunun işi… Ama düşün ki; mutlu olduğunu bile idrak edemeyen bir insan, paylaşarak azaltamayacağı bir sessizlik içindedir. Sevdiği kişilerin yanında olduğunun idrakine varıp da bundan mutluluk duyamayan biri, yanındakileri bile özlemeye mahkûmdur.
Kimileri gürültülü şehir kalabalıklarında