söz veremem; ama anlatmaya çalışacağımdan şüphen olmasın!..
Toprağı önce acıtır, yalnızlaştırırlar. Bütün dostlarından ayırırlar. Ayrık otları, dikenler, tarla sarmaşıkları, hepsini toprağın bağrından söküp alırlar. Bu, herkesten uzaklaştığın anlara benzer. Sonra toprağı yeni ve kimsesiz hâliyle bir müddet bırakırlar. Bu, kendini dinlediğin vakitlere benzer. Çapalarlar, bellerler toprağı artık… Sanki senin yaralarına tuz basıyorlar. Toprak artık yalnızdır, acılıdır ve endişelerle dolu bir kalp gibidir(!)
Fakat bunlar....... senin cümlelerin!
Bunlar tamamen senin yalnızlığa, acıya baktığın pencereden görünen şekli. Dur, ben sana işin aslını anlatayım. Sen de haklısın! Toprak, aldığı darbelerden sonra nasıl da kurak ve kimsesiz görünüyor! Ama senin; yalnızlığını, huzurlu bir kalabalığa dönüştürecek yolculuğa mecalin yok! Sen, toprağın bu kuraklıktan kurtulmasını bekleyen; ancak bunun için sadece üzülmekle yetinen bir çiftçi gibisin şu an… Yağmur yağar da yine ayrık otları sararsa tarlayı; bu verimsiz kalabalık, toprağın yalnızlığını yok edecek mi sanıyorsun? Bir dokunuş gerekmez mi tam da bu hüzünlü hâliyle toprağa?..
Sık-sık başa dönüşlerim, olayları ısrarla birbirine bağlayışlarım yormasın seni! Bu yalnızlık mevzuunu ‘bağlaya-bağlaya’ bitireceğim. Buradaki yan anlamı da kaçırmamalısın. Şimdi, dokun toprağa!.. Gübresini, suyunu da eksik etme! İklimine, mevsimine göre ne ekersen artık…
Sonra seyre-dal; bu yalnızlık nasıl da huzurlu bir kalabalığa dönüşecek! Ama bu anlatmaya çalıştığım kısmı hayalinde canlandırmazsan olmaz! Ben söylerken düşledin değil mi? Otsuz, köksüz bir toprağın ilk bakışta acılı ve yalnız kalbine benzediğini hissettin değil mi? Peki, bu sana aynı zamanda ekime hazır bir toprağı, yeşermeye can atan bir tarlayı da hatırlattı mı? O zaman tam bu noktada; senin en verimli çağının neden bu kuraklık olduğunu da zihnine kazıdın mı? O hâlde; artık sen de ağır-ağır işleyen zamanın içinde, hüzünlü kalbinle bir dokunuş yaparsın hayatına… İklimine, mevsimine göre ne yaparsan artık…
Sonra ne olur biliyor musun? Önce yalnızlaştırılan toprak sonra ekilip-biçildi… Tamam! Bu kimsesizlik, neşeli bir kalabalığa dönüşecek, o da tamam! Ama bu iki süreç arasında bir ‘bekleyiş’ vardır, hatırla! İşte bu; senin aleyhine sandığın, hâlbuki sana dost olan zamanın ağırlığıdır. Bu, ekinlerin yağmuru beklediği vakitlerdir. İstediğin kadar ek-biç, sula… Bir yağmurun verdiği canı, sen veremezsin!
Tabii bu, toprağın yalnızlığını bitirecek mucize… Ama mademki senin yalnızlığın için ‘toprak gibi’ dedik! O hâlde yağmuru bekleyen ekinlere de benzemelisin. Sence nasıl benzersin? Senin iklimine göre, ektiğin tohumlara can verecek mucizen ne olabilir? Uzatıyorum, çünkü sen söyle istiyorum… Sen bu yalnızlıkta kabuğuna çekilip boş-boş geçmesini beklemediysen, o dokunuşu yaptıysan şayet; şimdi dilinle, kalbinle ‘dua’ zamanı… Çünkü ömrünü de istediğin kadar ek-biç, sula… Yaradan’ın verdiği canı sen veremezsin!..
Şimdi, yağmuru bekleyen ekinlere benzedin işte… Yağmur; senin ektiğin toprağa ‘Yaradan’ın dokunuşudur. Ömrüne de dokunmasını istemen gerekmez mi?
Anlatmaya çalışacağıma söz vermiştim, onu yaptım. Anlatabildim mi? Bilemiyorum… Ama o konuda en başından tedbirli davranmış ve sadece çabalayacağımı söylemiştim.
Baş-edemediğin bir ‘hatırlayış’ hâli vardır. Gerçi bu; ‘yalnızlık’ bölümünden ziyade, anlatmaya hevesli olduğum başka bir bölümün konusu sayılır. Fakat takdir edersin ki; üretimler farklı-farklı olsa da birkaç ortak malzeme bulunur muhakkak. Bu durumu da onlardan saymanı isteyeceğim senden. İnsan zihni -ne hikmettir ki- çabaladıkça tersine işleyen bir mekanizma gibidir. Tabii, bir diğer özelliği de; emir kiplerinden pek hoşlanmaz kendileri… Sana soruyorum… Diyebilir misin zihnine; ‘Unut!’? Pek sanmıyorum. Dersin demesine de; hata edersin. Çünkü; sen yapılması gerekeni ona ilettiğin andan itibaren, o madde oraya yazılır. ‘Yapma’ ya da ‘yap’ olarak değil. ‘Neyi?’ yapma ya da yap dediysen; o kazınır zihnine… Bir çeşit restleşmeye benzetebilirsin bu durumu; ama ben, beynin tek başına karar verebilme kabiliyeti olduğunu sanmıyorum. Ruhu da ikna ettiğinde, daha manalı sonuçlar elde edebilir belki… Çok daha anlaşılır bir misal vermek istiyorum: Zihnine, bir durum belirtmeden ‘düşünme!’ diyebilir misin? Hayır! Muhtemelen başında ya da sonunda nesneyi belirtmen gerekecek… Zihnin, belirtili nesne ve emir kipinden oluşan bu cümleyi düşünmeden nasıl kurabilir? Hiç bulaşmasan oralara, bir ihtimal, ‘düşünmemeyi’ başarabilirdin hâlbuki…
‘Hatırlamak’ ve ‘acı duymak’ arasında doğru bir orantı olduğunu inkâr etmezsin sanırım. Düşünsene; unuttuğun bir acı, hâlâ acı olabilir mi? Hatırlıyor olman da hâlâ canını yaktığını göstermez tabii; fakat hep ihtimal dâhilindedir. Artık ondan sonrası, kalbin hafızasına bağlı… Hani bazen ortada hiçbir sebep yokken; acı duyduğun zamana ya da mekâna ait bir şey, sana o günkü hislerini hatırlatır ya… Zihnin hatırlar geçer belki; ama tam o anda kalbine bir sızı yanaşır. Tam içine yuvalanmaz, ama yanaşır işte… Fakat bu; artık sana ait olmayan sızı, kalbin hatırlamasıdır.
Sen sen ol, zihnine ya da kalbine; ‘unutmayı’ hatırlatma! Düşünmemen gerektiğini düşünüp duruyorsun. Hâlbuki bir düşünce, bir hatırlayış; kalbin ritmini bozabildiği gibi, ruhun karanlığına da sebep olabilir. O hâlde; kalbini ve ruhunu yanına alıp zihnini oyalama zamanı!.. Demiştim ya, zihnine ‘Yapma!’ diyemezsin! Ama; yapma demeden, yapmamasını sağlayabilirsin. Fikrine can acıtan bir hâtıra düştüğünde, orada geçirdiği vakit uzadıkça kalp ve ruh üstündeki hâkimiyeti de artacaktır. Mademki aklına gelmesine mâni olamadın; öyleyse vakit geçirmesine engel ol! Nasıl mı? Elbette; ‘Bunu düşünme!’ diyerek değil. Ricacı olmanı da beklemiyorum senden. Ama ona bir söz verebilirsin. ‘Sonra’ düşüneceğine dair bir söz. Daha kalbine inmeden acı; ‘Sonra…’ demelisin. Hemen vazgeçmeyecek tabii… Dediğin gibi sonra yine gelecektir… Ve sen yine; ‘Sonra…’ diyeceksin… Ve yine …Ve yine… Derken; kalbi acıtamayan bu düşünce, zihni meşgul etmekten de vazgeçecektir. Hadi; bu davranışı adlandıralım ve ‘erteleme metodu’ diyelim.. Bence gayet uygun oldu. Yoksa sen; ‘yok say metodu’ mu isterdin? Kalp, beyin ve ruh üçlüsünün birbiriyle sürekli etkileşim içinde bulunduğu; ‘acıyı hatırlama’ döngüsünde, yok sayma eylemini -her zaman- başarabileceğini sanmıyorum. Aslında ‘acıyı hatırlamak’ diyerek işi basitleştirdim, farkındayım. Esasen söylemek istediğim ‘hatırlamak acıtır’ olmalıydı. Fakat bunu söylersem detaya girmem gerekir… Ve henüz bunu yapmak istemiyorum. Söylediğim gibi o başka bir bölümde detaylandırılacak. O yüzden şimdi; ‘hatırlamak acıtır’ tamlamasını yok say!............
Sayabilirsen artık…(?)
Farkındasın değil mi? Hafıza, seni güçlü kılan bir yetenektir. Özellikle; hatırlaman gereken detayları barındıran işlerde, seni ne kadar da bahtiyar eder. Akılda kalması gereken sayfalar, ezberlenmesi elzem maddeler dostun oluverir. Bilhassa; bunlardan elde edeceğin maddî-manevî bir zenginlik seni bekliyorsa… Ayrıca; hatırlamak, aldığın her nefesi faydalı kılar. Ömrünün yollarında adım-adım yürürken topladığın tonlarca bilgiyi yere düşürdüğünü; yani unuttuğunu düşünsene… Herhangi bir bilgiyi duymak, anlamak ve onu öğrenmiş olmak, onu diğer bilgilerinin üstüne koymak, önemli bir davranıştır elbette… Fakat; yolda yürürken düşürmemek de hafızanın işidir. Yeniden kullanman gerektiğinde, koyduğun yerde