İnsanoğlunun tabiatın dengesine müdahale etmesi yüzünden kurt ailesi yurt tuttukları hiçbir yerde barınamazlar. İki yavruları sayga avcıları tarafından öldürülür. En son geldikleri yerde de bir yavruları yöre halkından Bazarbay tarafından yuvasından kaçırılır. Bazarbay kaçırdığı yavruyu önce komşusu Boston’un evine götürür. Evin küçük oğlu Kence, yavrudan çok hoşlanarak onunla oynar. Daha sonra yavru Bazarbay tarafından götürülür, fakat kokusu eve sindiği için anne kurt geceleri Boston’un evi etrafında dolaşmaya ve korkunç ulumalarla ev halkını rahatsız etmeye başlar. Bir gün dışarda oynayan Kence’ye yaklaşır ve onda yavrusunun kokusunu hissettiği için çocuğu kaçırmak ister. Dişi kurt çocuğu kaçırırken çaresiz kalan baba, kurdu nişan alarak ateş eder, fakat hedefi tutturamaz ve kendi çocuğunu vurur. Böylece romandaki her üç olay da trajik bir şekilde sona erer.
Kısaca özetini vermeye çalıştığımız üç olayda da trajik sona sebep olanlar, Gün Uzar Yüzyıl Olur adlı romanda çizilen Mankurt tipinin özelliklerini gösterirler. Bu tip, Dişi Kurdun Rüyaları’nda cemiyete yayılmış olarak karşımıza çıkar. İlkel Juan-Juan kavminin, hafızasını yok ederek verilen her emri körü körüne uygulattığı köle tipi, bu eserdeki sayga avcılarının ortak karakteridir. Onları ilgilendiren, yaptıkları işten kazanacakları para ve hükümetten aldıkları emirdir. Bunun dışında hiçbir manevi değer tanımaz, ahlaki ve vicdani sorumluluk duygusu taşımazlar. Bu avcılardan Bos’un Abdias’a söylediği şu sözler sözünü ettiğimiz kişilik yapısını çok iyi açıklamaktadır:
“Demek böyle ha sefil kukla! Bizi Tanrınla korkutmak istedin ha! Korkarız mı sandın sersem! Bizi kuş beyinli mi sandın? Tanrıyla manrıyla işimiz yok bizim. Ne sanıyorsun sen kendini? Biz sadece hükümetin emirlerini yerine getiriyoruz ve senin gibi bir papaz bozuntusu da hükümet plânını bozmaya kalkışıyor. Sürüngenin birisin, bir halk düşmanısın sen! Halk ve devlet düşmanı! Senin gibi hainlere dünyada yer yok.”46
Kurt ailesi ile din arasındaki ilgi de bu noktada ortaya çıkmaktadır. Sadece emirleri yerine getirmek için köleleştirilmiş insan hiçbir dinî, ahlaki ve vicdani endişe taşımadan yüzlerce masum hayvanı ve bu arada kurdun iki yavrusunu makineli tüfeklerle öldürebilmektedir. Yazar-anlatıcının şu sözleri bu gerçeği gözler önüne sermektedir: “İnsanların kendileri yaşıyor, ama başka canlıların, özellikle de onlara bağımlı olmadan yaşamak isteyen ve buna hakları olanların yaşamalarını istemiyorlardı.”47
Romandaki bir diğer Mankurt, kurtların yavrusunu yuvasından kaçıran Bazarbay’dır. Onun da kişiliğine dikkat ettiğimizde adeta içgüdülerine göre yaşayan, hiçbir manevi duyguya sahip olmayan bir insan olduğunu görürüz. Yavruyu yuvasından alırken tek düşündüğü onu satarak elde edeceği paradır. Onun da bir hayatı, kaybına ağlayacak bir ailesi olabileceğini hiç aklına getirmez.
Örnekleri toparlayacak olursak: Abdias’ı trenden atan kaçakçılar, yine Abdias’ı ormanda öldüren ve yüzlerce masum hayvanı acımasızca katleden sayga avcıları ile onları bu işte kullanan mahallî yöneticiler, kurt yavrusunu çalan Bazarbay ve onun gibiler… Bütün bunlar Aytmatov’un Gün Uzar Yüzyıl Olur’da özelliklerini çizdiği Mankurt tipinin devamıdırlar.
Peki, bütün bu kötülükleri ortadan kaldıracak olan bir çözüm var mıdır? Aytmatov’un romanı karamsar olarak bitse de bu sorunun cevabı olumludur ve bu cevabı Abdias vermektedir: Din. Abdias’a göre insanlar gerçek Tanrı’yı unuttuğu ve onun yerine manevi bir bağlayıcılığı olmayan dünyevî tanrılar icat ettiği için insanlık bu kötülükleri yaşamaktadır.
Abdias’ın savunduğu ve uğrunda öldüğü din nasıl bir dindir ve bu dinin Tanrısı ne gibi özelliklere sahiptir? Şimdi de bunu anlamaya çalışalım.
“İnsana Tanrı’yı kendi özünün doruğu olarak görme hürriyetini tanımak gerek”48 diyen Abdias’ın bu cümlesi bize onun nasıl bir Tanrı düşüncesine sahip olduğunu göstermektedir. Onun varlığını kabul ettiği Tanrı görecedir. Yüzyıllar içerisinde insanın idrak ve kavrayış düzeyine göre sürekli olarak değişip gelişmektedir. Bu değişim daima mükemmele doğrudur. Ya da bir başka şekilde şöyle açıklanabilir: Tanrı aslında zaten mükemmeldir, fakat insanlar onu her çağda kendi kapasitelerine göre algılarlar. Bir bakıma değişen Tanrı değil insanın kavrama ve algılama yetisidir. Öyle bir zaman gelecektir ki insan Tanrı’yla özdeşleşecek, onun mükemmelliğine ulaşacaktır. Abdias’ın kendi cümlesi ile söylemek gerekirse, “Tanrı insanın kendi özünün doruğudur.”
Romanda Hazreti İsa’nın sözleri olarak bulunan cümleler de bize Abdias’ın din anlayışını vermektedir. Zira daha önce de ifade ettiğimiz gibi Hazreti İsa ile ilgili olay halkası yazar tarafından bize Abdias’ın bilincinden yansıtılmaktadır.49 Gerçekten de Hz. İsa’nın kendisini yargılayan valinin “Tanrı ve insanların bir bütün mü olduğunu söylemek istiyorsun?” şeklindeki sorusuna verdiği cevap, Abdias’ın yukarıdaki sözleri ile anlam bakımından aşağı yukarı aynıdır:
“Bir bakıma öyle. Denilebilir ki bütün insanlık Tanrı ‘nın bu dünyadaki bir imajı, bir görüntüsüdür. İnsanlık Tanrı’nın hypostase(cevheri)’ıdır. İnsanlık bir ‘Gelecek-Tanrı’dır. Yaratılıştan beri sunulan sonsuz imkânların tanrısıdır. (…) ‘Gelecek-Tanrı’ sonsuzdur. Her şeyin esası ve insanların bütün özlemlerinin, bütün faaliyetlerinin sonucudur. Bundan dolayı da onun tabiatı, iyi ya da kötü, merhametli ya da zalim, yani insanlar ne yaparsa, nasıl yaparsa öyle olacak. Ne ekerlerse onu biçecekler. ‘Gelecek-Tanrısı’ budur, içlerinden her biri Hakk’ın bir parçası olduğu için dünya tamamen onların elindedir.”50
Abdias’a göre böyle bir Tanrı anlayışı insanı ilahlaştırmak, onu Tanrı yerine koymak ve bunun sonucunda ezelî ve ebedî olan mutlak yaratıcıyı inkâr etmek değildir. Çünkü insana Tanrı’nın mükemmelliğine ulaşma yetisini ve iznini, hatta görevini yine Tanrı vermiştir. Dolayısıyla insan bu çabasıyla yine Tanrı’nın bir emrini yerine getirmektedir: “Böyle bir görüş yalnız kabul edilebilir değil, aynı zamanda zaruridir. Bu, insanlara dünyanın kaderini tayin etme hürriyetini veren Yüce Yaradan’ın iradesine de uygundur. İnsanlar bütün günlerinin, bütün amellerinin tek sorumlusu ve tek yargıcıdırlar.”51
Aydınlatılması gereken bir husus daha vardır ki o da Abdias’in Hristiyanlıkla olan ilişkisidir. Kanaatimize göre Aytmatov’un kendisine muhatap olarak aldığı Batı dünyası ile alakalı olarak romanının zemininde kullandığı Hristiyani öğeler Türkiye’de yanlış anlaşılmış ve romanda Hristiyanlık propagandası yapıldığı ileri sürülmüş, hatta Aytmatov’un bir Hristiyanlık misyoneri olduğu bile iddia edilmiştir.52 Oysa -Aytmatov’un böyle bir misyonu niçin yükleneceği sorusu bir tarafa- romanın fikrî yapısı bir bütün olarak dikkate alındığında böyle bir sonuca varılması mümkün değildir. Zira her şeyden önce, eserde yazarı temsil ettiğini düşündüğümüz Abdias mevcut Hristiyanlığa aykırı görüşleri yüzünden papaz okulundan uzaklaştırılmıştır. Çünkü ona göre Kilise, insanları köleleştirme üzerine kurulmuş olan dünyadaki sisteme angaje olmuştur. En azından yapılan her türlü kötülük ve haksızlığı sükûtla karşılamaktadır. Abdias’ı sorguya çeken papazın söyledikleri, Kilisenin bu pasif tavrını çok açık olarak ortaya koymaktadır: “Bu fikirlerinle sen pek