Анонимный автор

Aytmatov Araştırmaları


Скачать книгу

Asra Bedel romanında ise, kendilik değerleri elinden alınan ve bir insan müsveddesine dönüştürülen oğlunu evine, kendine ve değerlere çağıran sestir anne. Nayman Ana, oğlunun yeniden doğuşunu gerçekleştirmek ister. Budanan dalları filizlenen köklerle yenileyen toprak gibi Nayman Ana, evladını kendi oluşa çağırır. Onun çağrısı, “kendin ol” uyarısı temelli bir yeniden doğum içindir:

      “Oy balam, oy! Hafızan kökünden sökülüp alınanda, başına sardıkları deve derisi kuruyup büzülerek ceviz kırar gibi beynini sıkıştıranda o görünmez çember gözlerini kanlı yaşla dolduranda, Sarı-Özerk’in dumansız ateşinde cayır cayır yananda, susuzluğundan çatlayan dudaklarına bir damlacık yağmur düşmedi! Oy balam, oy! Can balam, oy! Yeryüzüne hayat veren güneş, senin için kapkara bir yıldız oldu da bir damla ışık vermedi! Ondan nefret etmedin mi? Oy balam, oy! Can balam, oy!

      Acı çığlıkların bozkırda yankı yankı yayılanda gece gündüz Tengri! Deyip yana yakıla gökyüzünü boşluğuna seslendiğinde, dayanılmaz acılarla kıvrananda, kusmakların, pisliklerin, sidiklerin içinde boğulanda oy balam oy, vücudun yıkılıp üzerine sinekler üşüşende yavaş yavaş aklını yitirip gittiğinde, hepimizi yaratıp sonrada kendi halimize salıveren Tengri’ye son gücünü toplayıp isyan etmedin mi? Oy balam oy! Can balam, oy!

      İşkenceyle sakatlanan aklını karanlığın örtüsü yavaş yavaş kapladığından zorla elinden alınan hafızan geçmişle bağlantısını koparandan öz ananı dağ dibinden akan ve kıyısında oyun oynadığın derenin şırıltısını, kendi adını, babanın adını, gülümseyen karının adını, aralarında büyüdüğün bacı-kardeş, hısım-yoldaş herkesin hayali gözünde silinende seni karnında taşıyıp bugünleri göstermek için doğuran anana kargışlar okumadın mı? Oy balam, oy! Can balam, oy!…” 129

      Nayman Ana kafasına yerleştirilen deve derisi ile öz benliğine, kimliğine, öze dönüşün bütün seslerine kulak tıkayan oğlu Mankurt yani Jolaman’ın evrene, toprağa, öze dönüş bütün kapılarının kapatılarak yok oluşa gidişi karşında tepkisiz duramaz:

      “Yuvasından ürkütülmüş bir kuş gibi Nayman Ana, Sarı Özek bozkırında bir oraya, bir buraya koşturuyordu. Ne yapacağını, ne edeceğini iyice şaşırmıştı. (..) Juanjuanlar uzaklaşıncaya dek Nayman Ana gözünü onlardan ayırmadı, ondan sonra da oğlunu kaçırmak üzere sürüye sokuldu. Oğlunun başına her ne geldiyse geldi onun bunda hiçbir suçu yoktu, yavrusunu düşmanların elinde köle olarak bırakamazdı. (..) Nayman Ana, dört bir yanda oğlunu ararken onun bir deveyi siper ederek dizlerinin üzerine çökmüş, okuyla ona nişan aldığını göremedi. Mankurt gözlerine güneşin son ışıkları düştüğünden ok atmak için uygun bir fırsat kolluyordu. (..) Nayman Ana son anda oğlunun okunu ona çevirdiğini gördü, deveyi dehleyip ileri fırlamaya fırsat bulamadan kısa bir vınlama duydu, yaydan fırlayan ok sol böğrüne saplandı. Öldürücü bir saplanmaydı bu. Nayman Ana yavaş yavaş aşağı eğildi, yıkılmamak için devesinin boynuna sarıldıysa da yere düşmeye başladı. Fakat ondan önce başından ak yazması kaydı, bir kuş olup havalanırken “Adın ne senin? Kimin oğlusun? Anımsa adını! Senin baban Dönenbay! Dönenbay! Dönenbay!” diye çığlık attı. İşte o günden beri Sarı Özek bozkırında geceleri Dönenbay kuşu uçarmış.” 130

      Öteki olan/ ötekileştirilen oğluna kendine dönüş çağrısında bulunan Nayman Ana, çocuğu için hiçbir karşılık beklemeden ve çekinmeden tüm varlığını ortaya koyar. O, ölürken hatta öldükten sonra bile özverili çağrısına devam eder. Artık onun sesi, telafisi mümkün olmayan yok oluş karşısında direnen evrenin çağrısıdır; sonu belirsiz bir kaosa atılan oğlunu son nefesinde bile kurtarmak isteyen anne, yaratıcı özden kendisine süzülen anlamları çocuğu aracılığıyla ebedileştirmeye çalışır. Bir kuşa dönüşen Nayman Ana, masalsı bir kurgu ile ezelden ebede sürecek varlık mücadelelerini imler. Sesi susturulmaya çalışılan anne, dünyanın ebedi bir cehenneme dönüşeceğini işaret eder. Çünkü anne yok edilir, yuva yıkılır, düşler sona erer, düzen biter, kaos başlar, insan kimliksiz bir ötekiye dönüşür.

      Annelik, iyi kadın olma tutkusu, toplumsal rol kalıpları tarafından kutsanmış halidir. ‘İyi ve özverili anne’ simgesi kadının dünyası erkeği, ailesi, çocukları ve evidir. Anne olan kadın, erkek için “bir emanettir gökten kendisine verilen. Çocuklarının anasıdır.”131 Sorunsal bir bakış açısıyla anneyi kurgulayan yazar, Dişi Kurdun Rüyaları’nda annelik insan türü ile sınırlamaz. “Bütün kadınlar arasından seçilip kutsanmış olan o kadın”132 olarak kurguya dâhil olan Dişi Kurt Akbar, ötekileşen insanın evrene verdiği tahribatın ortasında yavruları ile kala kalır. İnsanların sayga (geyik) katliamı ile ekolojik dengeyi alt üst ettiği kaos ortamında yuvasını, eşi Taşçaynar’ı ve dört batın yavrusunu kaybeden Dişi Kurt Akbar, bir anne olarak çaresizlik içinde Börü Ana’ya seslenir, acı içinde ulur, kaderin kendisine oynadığı bu oyundan yakınır, yalvarır, kendisini kurtarmasını ister:

      “Ey kurtların ilahesi Börü-Ana! Bana iyi bak. Karşında ben varım, ben Akbar. Bu soğuk dağlarda karşına dikilen benim. Yapayalnız, talihsiz Akbar. Acılarım büyük. Nasıl ağladığımı işitiyor musun? Nasıl uluduğumu, nasıl hıçkıra hıçkıra ağladığımı duyuyor musun?

      Bütün varlığım ıstırap oldu, memelerim yararsız sütle doldu. Süt verecek, besleyecek kimsem yok. Yavrularımı yitirdim. Nerde yavrularım nerde? Aşağılara in Börü-Ana, in de yanıma otur, sen ve ben birlikte ağlayalım. Aşağılara in kurtların tanrıçası. (..) Aşağıya inmek istemiyorsan beni de oraya çek Börü-Ana! Ben Akbar, yavruları çalınan ana kurt! Seninle birlikte Ay’da yaşamak, oradan kanlı gözyaşlarımı yeryüzüne akıtmak istiyorum. Beni işit Börü-Ana!” 133

      Bu çaresiz ve acı dolu yakarış, yuvası ve yavruları yok edilen annenin, evrendeki bütün tutunma noktalarını yitirişinin ifadesidir. Analık evrendeki tüm canlılarda var olan karşı konulamayan içsel bir güdüdür. Tolgonay gibi evlat acısını dişi kurt Akbar da derin acılarla yaşar. Akbar evladını kaybeden bütün annelerin sesi olur:

      “Anne! Sen ki bana hayat nefesini verensin…(..) Bir ana, karnında besleyip doğurduğu evladının ölümüne tanık olunca, onun acısı iki kat daha fazla olur.” 134

      “Akbar, mezarlıkta ağıtlar söyleyerek hıçkıran dul bir kadın gibiydi ve bu hali Gülümhan’a, Ernazar’ın ölümünde nasıl ümitsizce gözyaşı döktüğünü hatırlıyordu.” 135

      Yazarın bizzat yaşadığı şu olay ise, yüce bir statü olan anneliğin evrensel boyutlarda yansıtıldığını ve algılandığının göstergesidir: “Bir gün Moskova’da, kalabalık bir caddede yürüyordum. Ansızın bir kadın çıktı karşıma “Akbar” dedi. Bir an, herhalde beni tanıyor, romanımı da okumuş diye düşündüm. Kadın gözlerimin içine dikkatle baktıktan sonra “Akbar benim!” dedi ve hızla kalabalığa karışarak kayboldu. Arkasından baka kaldım, kimdi, niçin dişi kurt Akbar’la kendisini özdeşleştirmişti. Bilmiyorum, ama demek ki onu yakalamıştım. Ona hitap etmeyi başarabilmiştim. Ana’lık evrenseldir. Çünkü Akbar da ne kadar kurt olsa anadır, insanınki de maymununki de fareninki de hepsi anadır. Doğurur, emzirir, besler, büyütürler.”136 Akbar’ın son doğurduğu