Ama yine de bir şey olmuştu: Kaya gibi. Dağ gibi güçlü buyruğundan, küçük, küçücük bir çakıltaşı kopmuştu. (..) tırnağına batan bir kıymak gibi canını yakıyor.” 160
Cengiz Han, geçmişteki tüm yanlışlarına rağmen kendisini kutsayan Tanrı’nın emirlerini kendi kudreti uğruna değiştirmeye çalışır; gücünün ve hükümdarlığının sembolü ejderha işlemeli sancakları işleyen nakışçı Togulan ve yüzbaşı Erdene’nin idamını emreder. Bu emir ve emrin yerine getirilişi, “Büyük Han’ın buyruklarına uymayanların başlarına gelen kendi gözleriyle gören”161 diğerleri için de bir uyarı niteliğindedir. Bu idam sırasında da yine kulakları sağır edercesine davullar çalınır. Cengiz Han’ın kendiliğinin sesi olan davul, öfkeli kalabalığın sesi ile daha da vahşi bir nitelik alır. Erdene ve Togulan öldürüldükten sonra, Cengiz Han ve ordusu hiçbir şey olmamış gibi ve en önemlisi de hizmetçi kadın Altın ve bebek Kunan’ı bozkırın ortasına terk ederek yollarına devam ederler. Eylemin yaşayan kurbanları Altın ve Kunan’ın bu yalnız ve çaresiz terk edilmişliği, acıkan çocuğa yaşlı kadının göğsünden imgesel su olan sütün gelmesi ve beyaz bulutun koruyuculuğunun Cengiz Han’dan onlara geçişi ile aralanır; yaşanan mucizelerin etkisi ile umutsuzluktan kurtulurlar:
“Altın memesini hafifçe çocuğun ağzından çekti ve apak süt damladığını görünce bağırmaktan kendini alamadı. (..) Etrafına bakındı. Hiçbir şey, hiç kimse yoktu görünürde. Uçsuz bucaksız düzlükte küçük bir hayvan bile yoktu. Yalnız güneş vardı. Bir de, tam tepesinde, yukarıda, o küçük beyaz bulut. (..) Ona bu mutluluğu veren yer, Gök ve süt idi. Bunların beraberliği idi.” 162
Besleyiciliği ile birlikte ruhu ve bedeni gevşeterek “anneleşen su”ya163 dönüşen süt, “bir madde, bir töz, mutlu bir izlenim verecek kadar yoğun yatıştırıcıların ilki”164 olarak derin bir imgeleme sahiptir. Altın, kavramsal düzlemde “hiç kullanmadığı bir kapıyı kullanıp gül bahçesine çıkabilme, dirilişi anlama ve onu yeniden yaşayabilme gücü”165 ile tinsel varoluşun sürekliliğini işaret eden bir norm karakterdir. “Kökende yatan verici sezgi”166 ile bebeği besleyen ve ona anne olan yaşlı kadın, toprak ve su/süt ile bütünlenen varlığı ile Gök’ün/ Tanrı’nın yaratıcı gücün temsilcisi olur.
“Kadının dünyası erkeğidir, ailesi, çocukları ve evidir” anlayışının bir sonucu olan bu rol ödünçlemesi ile kadınlar, “itaatkar, edilgen, hareketliliği düşük ve yaşam alanı sınırlı”167 bireylere dönüşürler:
“En önemlisi üç oğlumuz oldu. Üç su damlası gibi benzerlerdi birbirlerine. Yüreğim sızlıyor, bir gariplik çöküyor onları hatırlayınca. (..) Yavrularım benim, yüreğim yanıyor ondan söylüyorum bunları, ana yüreği…” 168
“beni en çok sevindiren şeyin ne olduğunu bilmiyordum: Suvankul’un köye ilk traktörü getirmiş olması mı, o gün çocuklarımızın nasıl büyümüş olduklarını babalarına nasıl da çok benzediklerini görmek mi? Yaşlı gözlerle onları uzaktan izliyor ve mırıldanıyordum: Hep böyle bir arada olun sevgili evlatlarım!” 169
Kadın, toplum tarafından bir kurtuluş ve kurtarılma umudu olarak kendisine ezberletilen ve benimsetilen evliliği yani eş olma durumunu tüm acılara ve sıkıntılara rağmen özveriyle sürdürür. Bireysel varlığını öteler, evi yani eşi ve çocukları için yaşamaya başlar. Onu mutlu eden her şey kendi dışındaki gelişmelerdedir. Böylece “kadınla erkek arasındaki uzlaşma ve dengenin karakteristik özelliği”170 olan ebedi arkadaşlık gerçekleşir:
“Belki de mezara kadar, onun kaderini paylaşacak bir kadın…”171
“Küçük anne mert, hatır sayan, kimseye kötülük düşünmeyen bir kadındı. Ark kazarken olsun, küçük su yolu açarken olsun, hiçbir işte gençlerden aşağı kalmazdı. Sözün kısası ketmene sıkıca yapışır ve onu çok iyi kullanırdı.” 172
“Cemile, çalışkanlıkta annenin bir benzeriydi. Yorulmak nedir bilmez, her işten anlayan ama hareketleri biraz farklı bir kadın.” 173
“Büyük ailemiz huzur içinde, uyum içinde yaşamasını benim anneme borçluydu. Her iki evi o, tam yetkiyle ve kusursuz yönetirdi. Aile ocağının bekçisiydi o. Dedelerim, ninelerim henüz göçebe hayatı yaşarlarken, çok genç yaşta onlara gelin gelmiş. Sonra ailelerimizi liyakatle dürüstlükle, yönetmiş ve atalarımızın hatırasına tam saygı göstermiş. Köyde onu en akıllı, en tecrübeli, en üstün nitelikli ev kadını olarak görür, saygı gösterirlerdi. Evde her şeyi annem idare ederdi.” 174
Zorunluluklar karşısında “evin erkeği” olmak zorunda kalan kadın, içe/ eve hapsedilişten kurtulur ve ekmeğini getiren, düzenin koruyucusu kimliğini üstlenir. Böylece kadın olarak erkeğin en önemli üstünlüğünü ele geçirilir, erkeğe bağımlılık aşılmış olur. Bu yönelim “erkeksi bir davranışa başvurarak yazgılarını düzeltmeye kalkışan”175 kadınların varoluş çabası ile örtüşür niteliktedir.
Acıların yıldırmadığı aksine güç kazandırdığı kahraman kadın Tolgonay, ölüm ve yaşamın burun buruna geldiği coğrafyada (Sarı-Özerk, Tanrı Dağları, Ala Mengü dağları, Mujunkum bozkırı) nefes almaya çalışır. Kavurucu sıcaklar, dondurucu soğuklar, bıçak gibi kesen rüzgar ve ayazın hakim olduğu iklim koşullarında ekmek için savaş verir. Diğer tarafta savaşın ruhsal baskısı devrededir; bu kaosta yaşamaya, askerlere cephane ve yiyecek yollamaya çalışan elleri nasırlaşmış, saban süren kadınların yıkımı iki katına çıkar. Tren istasyonunda şafak vakti Maysalbek’i bir kerecik görmek umuduyla bekleyen, yürekleri dağlayan Tolgonay, savaşın bittiği haberini aldığında tüm kadınların psikolojisini yansıtır:
“Sanırdınız ki büyük bir güç bize kanat vermişti. Kollarımızı açıp ona doğru koşarken, kucağımızda bütün hayatımızı, çektiğimiz bütün acıları, sıkıntılı bekleyişimizi, uygusuz gecelerimizi, ağaran saçlarımızı, dullarımızı, yetimlerimizi, gözyaşlarımızı, iniltilerimizi, cesaretimizi her şeyimizi taşıyor, zaferle dönen o askere götürüyorduk.” 176
Ağaran saçlar, uygusuz geceler, iniltiler ve cesaret, sevgi, fedakârlık ile yoğrulan bu kadınlar kavramı hiçbir zaman yıkılmazlar, vazgeçmezler:
“Sanki o anda birbirlerinin öz kardeşi olmuşlardı. Seyde’nin yüreğinde de onlara karşı bir anne sevgisi uyandı; gencecik yiğitlere acımakla birlikte göğsü gururla doldu. Ah, onlara yardım edebilseydi!.. İçinden, ayağa kalkıp şöyle bağırmak geçti: ‘ Durun, ey yiğitler, durun! Yaşamınızın baharında yerinizi, yurdunuzu bırakıp gitmeye kalkıyorsunuz. Oysa sizlere doya doya yaşamak yaraşır. Bırakın, ben gideyim; yerinize ben öleyim!..’
Tam böyle düşündüğü sırada İsmail’e