Rukayye Kebiri

Açlık Baratası


Скачать книгу

kayye Kebiri

      Açlık Baratası

      “Bu romanı yurdumun kıtlık döneminde yaşamlarını yitiren insanların anısına ithaf ediyorum.”

      AÇLIK BARATASI HAKKINDA

      Tebriz’de Hiyabani okulundaki Aşdöken mezarlığının açıldığı haberini alınca, Açlık Baratası romanı kafamda şekillendi. 100 yıl evvel Ruslar’ın saldırısı ve İran devletinin liyakatsizliği yüzünden açlığa maruz kalarak yaşamlarını yitiren insanların cesetleri, Aşdöken mezarlığında toprağa verilmiştir. Romanın, açlığı anlatan bölümünde halkın saygısını kazanmış iki pehlivan figürü yaratarak o bölümlerin anlatım biçimini zorhane sporunda kullanılan spor aletleri ve çukur içindeki hareketlerin manevi anlamları ödünç alınarak anlatılmıştır.

      TEŞEKKÜR

      Zorhaneye ait edindiğim bilgiler için; Ali İbn-i Abi Talib Zorhanesinin mürşidi Sayın Sefidi beye, ayrıca Tebriz şehrinin; Surhab, Emire Kız, Saman Meydanı, Sahibül Amir Meydanı, Deveçi ve eski mahalleleri adım adım benimle takip edip bilgi sağladığı için Samiye Akparpoor hanıma ve Rusça diyalogları çevirdiği için Shiva Farahmand Rad hanıma teşekkür ve saygılarımı arz ederim.

      AÇLIK BARATASI1

      Her zaman yaptığım gibi bir elimle çay bardağının altından diğer elimle de bardağın belinden tuttum. Gazi’nin göz ucundan beni süzdüğünün farkındayım. Şimdi kafamı kaldırıp da onunla göz göze gelirsem şüphesiz yine tatsızlık olacak, biliyorum işte. Gazi Amber’i sever, beni hiç sevmez. Acı diliyle beni sokmak için hep bahane arar. Masa arkasına geçip eskimiş tarih kitapları okuduğu zamanlar bile masanın üzerindeki kitap yığının arkasından laboratuvarın tüm köşe bucağını kontrol eder. Gözleri hassas kameralar gibidir. Bu hassasiyet ona tarihin unutulmuş döngülerinde defnedilmiş yedi sülalesinden kalmış bir miras gibidir. Bu hassasiyet nedeniyle gözüne yanlış gelen herhangi bir işten dolayı öğrencilere uyarıda bulunurdu. Şimdi yine kendine hâkim olamayacak zil sesi ve yalaka tarzıyla her zamanki sözünü tekrar edecek, yanakları da kızaracak.

      “Terbiyeli ol, oradan değil, iskelet olmasında ne var ki! İskelete de saygı duymalısın! Çek elini oradan, baldır kemiğinin oradan tut, kucağına alarak taşı… Dikkatli ol, ayağını burkup da iskeleti kırma, okula yeniden iskelet almak için idarenin bütçesi yok.”

      Gazi’yi umursamadan, iskeleti istediğim gibi yerinden kaldırıp laboratuvarın kapısına doğru yol aldım. Onun ise bir gözü, alkol lambasının ışığı üstünde tuttuğu balon camda, diğer bir gözü. Takip ediyor. İçi içini kemiriyor. Bakışlarından anlıyorum. İşte elinde işi olduğu için, sinirli adımlarıyla gelip de elimi iskeletin kasığından alıp butlarını kollarımın üstüne koyup kucağıma yerleştiremeyeceğini de biliyorum. Bir meşguliyeti olduğunda kimsenin yüzüne bakmadan konuşur. Söylediği yerine getirilmeyince de aynı cümleyi defalarca tekrarlar durur.

      Oradan değil, iskelet olmasında ne var ki, buradan da değil, bu nasıl bir tutuş biçimi ki, vesaire vesaire…

      İstediğimi yaparım ben. İskeleti istediğim gibi taşırım. O benim biricik Brejit’im. İskeletin adını Brejit koyduğumu bir bilse, kesin elindeki balon camı sıcak sıvısıyla birlikte tepeme indirir.

      “İskelet, Gazi’nin de matruşkasıydı!”diyor Amber aklımdan geçenleri okumuşçasına. Amber’in bu lafına gülesim geliyor. Gazi’nin matruşka adının “m” harfini bile aklının ucundan geçireceğini zannetmiyorum, hele bir de iskeleti hayal gücüyle matruşkanın yerine koyacağı hiç düşünülemez.

***

      “O zaten Tanrıdan tokadı yemiş, siz neden bu kadar üzerine gidiyorsunuz?”

      “Sence o geniş omuzlu vücudun ve sarkmış kara bıyıkların altından çıkan incecik ses hiç ona yakışıyor mu?”

      “Sen de her şeyi ihtiyarlar gibi Allah’a bağlıyorsun be! Gazi’nin incecik sesinden Allah’a ne? Sen, bu dersi neden okuyorsun ki? Neden Gazi’nin anne karnındayken ses tellerinin gelişimini tamamlayamadığını düşünemiyorsun.”

      “Tamam, senin dediğin olsun. Doğum öncesi süreçte ses telleri oluşmadığı için, şimdi onu küçümseyecek miyiz? Aramızda yabancı yok, hele sen bir kendine bak. Ellerine bir bak, küçük fan büyüklüğünde. Şimdi sen buna bedel mi ödemelisin? Seninle bundan dolayı dalga geçilmesini ister misin?”

      Amber küçük şakaları bile çok ciddiye alır. Neredeyse her zaman Gazi’den yana tavır alır. Gazi’nin incecik sesinden ötürü ders vermekten mahrum bırakıldığı hiç de umurumda değil. Adeta sürgüne uğramış biri gibi emeklilik zamanına kadar, laboratuvarda işe yaramaz kimyasal sıvılar içinde, eskimiş tarih kitaplarını okuya okuya çürüyecektir. Çocuklar Gazi’deki noksanla değil, yersiz hassasiyetiyle dalga geçiyorlar. Ne fark eder ki, ben iskeletin kasığından mı tutmuşum yoksa baldırını mı kollarıma alıp kucağımda taşımışım. O, iskelete canlı bir varlık gibi yaklaşıyor. İskeletin tarih kitapları gibi yeşerip filizlenip laboratuvarın bir köşesinde meyve vereceğini zannediyor herhalde. Onunla dalga geçmemizin sorumlusu da kendisidir.

      Gazi durduk yerde, gözünü balon camdan çekip bana bakıyor. Aslında beni değil ellerimi izliyor. Değil dört gözü, isterse on dört gözü olsun. Ne kadar isterse takip etsin. Zihnim ayna değil ki Brejit’e olan duygularımı yüzümde gözümde görebilsin!

      Amber, “Boşu boşuna hayal kurma, iskelet erkektir.” diyor. Fakat iskeletin elleri ve ayaklarının ince kemikli olması, kalça kemiklerinin de çıkık olmasından dolayı bunun kadın iskeleti olduğunu düşünüyorum. Hele yüz kemiklerinin yapısından Brejit’in güzel bir kadın olduğu gayet net anlaşılıyor. Yüzüne bir iki katman et ve deri gelirse, Brejit tam hayalimdeki kadın olur.

      Amber kendi ellerine baktı. İkiz olsak da ayaklarımızla ellerimiz ikiz değil. Üstelik her birimizin kendine ait dünya görüşü var. Amber, biyoloji öğretmeninin sözünü ezberlemiş, “İnsan yalnız cisim değil, cisim dışında her insanın kendine özgü kişiliği vardır.” deyip duruyor. Amber’in elleri, iskeletin elleri gibi ince fakat onun kişiliği ile iskeletin kişiliğinin aynı olmadığına eminim.

      Amber, “Senin beyninle ağzın arasındaki mesafe azdır. Zihninden geçen ağzına gelir, diline dökülür.” diyor. O, her zaman haklı değil. Bazen de yeri geldiğinde zihnimle ağzım arasında bir dere kadar mesafe olur benim. Aklıma gelen sözler ve tasvirlerle huzura kavuşuyorum da Amber bunu niye anlamak istemiyor ki? Bazen aklıma gelenlerden ötürü kendi kendimden korktuğum da olmuştur. Daha bunlardan Amber’e hiç bahsetmedim. Etmem de.

      Amber’in sözleri umurumda bile değil, ne derse desin. Bence Gazi de bu konuda benimle aynı görüşte. O da iskeletin kadın olduğunu düşünüyor. Bundan dolayı da biz iskeleti biyoloji dersine götürdüğümüzde bizi kıskanıyor ve durmadan uyarıyor; yok öyle tutmayın, yok şöyle tutun, aman dikkatli götürün, sakın ha tökezlemeyin! Eğer Gazi rüyalarımdan haberdar olursa… Bazı geceler Brejit’in, odama geldiğini bir bilse… Ayağımı laboratuvardan tamamıyla keser hemen. Kucağıma alıp sınıfa taşımam bir kenara kalsın, iskelete serçe parmağımı bile sürdürmez.

      “Gazi iskeleti öğrencilerden kıskanır!”

      “İskelet insan mıdır ki kıskansın?”

      “Zamanında insanmış ya!”

      “İskelet yapay kemikten yapılmış, gerçek kemik bile değil.”

      “Yapay iskeleti de senden öğrendik. Kardeşim diyor ki bu iskeletler tıp fakültesinin anatomi bölümünden geldi.”

      “Değişen ne ki ister yapay kemik olsun ister doğal, sonuçta birbirine kenetlenmiş kemikler işte.”

      “Laboratuvardaki iskeletin kemikleri yapay mı doğal mı diye bunu şimdiye kadar hiç düşünmemiştim.”

      “Gazi, anne karnından itibaren kıskançtı. Sadece iskeleti kıskanmıyor, göz bebeği öğrencilerini de diğer öğrencilerden kıskanıyor.”

      “Ne?”

      “Annelerinin kuzuları olan öğrencilerin, Gazi’nin de kuzuları olduğunu herkes bilir.”

      Ben ne annemin ne de Gazi’nin kuzusuyum. Kapıyı ayağımla