Rahmi Ali

Zor İş


Скачать книгу

olanlar da, uğurlayıcılar da. Yalnız çocuklar habersizdi her şeyden.

      Sabah bir yakınımızı uğurlamağa gelmiştik karımla. Orada, köşedeki eczanenin giriş yerinde ayakta bekliyorduk. Ağzımda sabah sabah sigara… Oysa saat on birlere değin sigara içmem kolay kolay. Neşem yoktu nedense. Arabaların geçişleri canımı sıkıyordu. Egzoz dumanlarının çekilmez kokusu. Karşıda deponun önünde boş kasaları yerleştiren işçilerin kaba şakaları, kendimce lüzumsuz gülüşleri bile sinirime dokunuyordu.

      Baktım, bir araba durdu tütüncü kulübesinin biraz ilerisinde. Şoför indi önce. Ardından sakalları uzamış, boncuk mavisi gözleriyle bir adam. Bir de yaşlı kadın. Feracesi içinde yaşlı bir görünümü vardı. Sonra da gri mantolu, eşarplı, uzun boylu bir kadın. Karım dürttü. “Baksana,” dedi, “salonda gördüğümüz uzun boylu kız değil mi o? Çok benziyor!”

      Evet, sendin. Yüzün soluktu. Sıkıntılıydın. Sanki biraz da yaşlanmış gibiydin. Omuzların çöküktü. Öylesine koyuvermiştin kendini. Bir sigara daha yaktım. Kadın kısmı kılı kırk yarar. “Aa, dedi. Baksana parmağına. Nişan yüzüğü var. Demek nişanlanmış.” Nişanlanmış olmana sevindim. Ama neden bu değişiklik? Sen böyle değildin. Giyimi, kuşamı, boyanmayı severdin. Düğün salonlarının gözdesi, neşesi sendin. Hep sen vardın dillerde. Canlıydın. Yaşam doluydun. Oysa şimdi ne kadar sönük bir halin var. Kıpırda biraz, nişanlı bir kız böyle mi olur? Belli ki düğününüz olacak. Eşyalarınız çok. Üzüntün salt ayrılık yüzünden olsa keşke…

      Meral!..Üzdün beni Meral. Üzüldüm durumuna. Diyorum ki, gene de her şeye karşın sarıl yaşama. Güçlükleri yenmeğe çalış. Yaşamak istediklerimizin kaçta kaçını yaşıyoruz ki… Boş ver. Öyle koyuverme kendini. Gül, gülümse biraz. Giy o mavi, parlak şortunu, atletini. Koş, uzun, sağlam bacaklarınla. Tempo tutup bağırsın seyirciler hep birlikte:

      “Mee-ral!.. Mee-ral!..”

      Gittin Meral. Büyük bir otobüs aldı götürdü seni. Bir el bile sallamadın. Benim istediğim, belki de senin lâyık olduğun bir yer değildi gittiğin yer. Elden ne gelir, sana, güle güle, demekten başka.

      “Güle güle Meral!..”

      ELENİ’NİN GÖZYAŞLARI

      Unutamadığım insanlardan biri de hiç kuşkusuz Eleni’ydi. Her zaman güzel elbiseler giyen, bembeyaz kolları, dalgalı saçları, gülümserken yanakları tatlı tatlı çukurlaşan bir kadın. Aklımda öyle kalmış.

      Ne zaman gelip yerleşmişlerdi köyümüze, tam olarak bilemiyorum. Bu konu, aslında pek önemli de değil benim için. Benim için önemli olan, Eleni’nin ben de bıraktığı olumlu izlenimler, güzel anılar; biraz da onun kimi talihsizlikler karşısında duyduğu üzüntülerin bende bıraktığı derin izler… Yoksa öyle olmasa, Bayan Eleni’den böyle uzun boylu söz etme gereğini niçin duymuş olayım?

      Eleni o yıllarda otuz-otuz beş yaşlarında bir kadın olmalıydı. Bunu, o günlerde kimi kadın ve erkeklerin konuşmalarından edindiğim izlenimlerden çıkarıyordum. Kendim on yaşlarında var mıydım; bilemiyorum. Belki daha fazla da olabilirdim. O yıllarda ilkokula gittiğimi, sınıf arkadaşlarımızla evlerde deney çalışmaları yaptığımızı çok iyi hatırlıyorum. Beşinci veya altıncı sınıf öğrencisi olabilirdim.

      Eleni, kocası ve kızıyla okulumuzun bir odasında kalıyordu. Geçici bir konaklamaydı bu. İş gereği. Kocası bir inşaat şirketinde ustabaşıydı. Köyümüzün içinden geçen çayda çok taş vardı. Bu taşlar kırılıp hazırlanıyor, yapı işlerinde kullanılmak üzere gerekli yerlere kamyonlarla taşınıyordu. Tüm bu işleri Eleni’nin kocası yürütüyordu. Eleni ve kocasıyla yakınlığımızın bir nedeni vardı elbet. Çayın içindeki taşları, o tonlarca ağırlıktaki taşları babamla birkaç arkadaşı kırıp hazırlıyor, kamyonlara yükletiyorlardı. Ben de kimi kez orada, onların yanında bulunuyor, kamyon şoförlerinden birinin yanına oturup o yıllarda benim için çok uzakmış gibi görünen yerleşim yerlerine gidiyordum. Öyle sanıyorum, Rum öğretmenimiz Kalyopi’nin dışındaki Rumlarla yakın tanışmamız da o günlerde başlıyordu.

      Aradan o kadar zaman geçmiş ki… Eleni bende, sadece güzel, tatlı tatlı gülümseyen sıcakkanlı bir kadın olarak kalmış. Diğer ayrıntıları hatırlamam olanaksız. Eğer kimi ayrıntılardan söz ediyorsam, onlar gerçekleri değil de, benim özlem ve istençlerimi yansıtabilirler. Onu öyle hatırlamak istiyorum. Hep öyle olmasını, öyle tatlı tatlı gülümsemesini istiyorum. Ne yazık ki bu dileğim yerine gelmedi. Eleni’nin durumu bende öyle bir düş kırıklığı yarattı ki, uzun süre kendimi şaşkınlıktan kurtaramadım. Böyle bir kadın, Eleni gibi bir kadın nasıl olur da bu kadar gözyaşı dökerdi. Nasıl, öyle bütün gün ağlardı…

      Oysa o, akşamüstleri, bizim oyun alanımızın karşısında çamaşır sererken, küçük kızıyla el ele tutunarak yürüyüş yaparken ne kadar mutlu görünüyordu. Eleni’ye öyle alışmıştım ki, oyun oynadığımız sırada bile onun dışarıya çıkıp çamaşır asmasını, ya da bir hasır sandalyeye oturup dantel örmesini, ara sıra başını kaldırıp bizim oyunumuzu gülümseyerek seyretmesini istiyordum. Gerçi o, çoğu kez bizi seyrediyordu, ama bir yandan da bizim yaşlarımızdaki kızına üzüntüyle bakıyordu. Sarı saçlı, dolgun bir kızları vardı. Daha ilk günlerde babam, hastalıklı bir kızları olduğunu söylemişti. Kızcağız konuşamıyor, konuşmak isterken zorlanıyor, çığlığa benzer sesler çıkarıyordu. Yürürken de savgaşıyordu. Hayret!.. Hiç birimizin bu hastalıklı çocuğa alaylı bir tek bakış attığımızı hatırlamıyorum. Ben, öyle sanıyorum; biraz da babamın bu konuda anlattıklarından etkilenmiş olarak bu kızcağıza çok acıyordum.

      Eleni’nin kaldığı odaya birkaç kez gittiğimi hatırlıyorum. Belki kendisine bir haber vermek, ya da herhangi bir iş için. Odasında neler vardı; pek hatırlamıyorum. Net olarak hatırladığım tek şey, içerde bir masa ve sandalyelerin olmasıydı. Masanın üstünde bembeyaz bir örtü… Cam bir bardağın içinde güzel güzel kır çiçekleri. Öyle hoşuma gitmişti ki bütün bunlar… O akşam babama, biz de eve bir masa alalım, diye tutturmuş gitmiştim. Babam herhalde beni kırmamak için, biraz büyü, onlarınkinden daha büyük bir masa alacağız, demişti. Babamın bu sözü beni o kadar sevindirmişti ki, bu sevincimi bugün bile unutamıyorum. Eleni’nin bir de resim yapma merakı vardı. Evli, çamaşır yıkayan, yemek yapan bir kadının, eline kalem ve boyaları alıp resim yapması beni biraz şaşırtıyordu ama doğrusu, o resimleri seyretmek, Eleni’nin kalem ve boyalarla çalışmasını görmek de oldukça hoşuma gidiyordu. Kendisini hayranlıkla seyrediyordum uzun süre. O, kimi kez fırçayı elime vermek istiyor, bu arada tatlı tatlı gülümsüyordu. Şimdi birileri çıkıp, peki, Eleni seninle Türkçe mi konuşuyordu, Rumca mı, dese, bunu gerçekten hatırlamıyorum. Ama anlaşıp gidiyorduk. O yıllarda Rumca bilmiyordum ki, benimle Rumca anlaşabilsin. Eleni’nin yaptığı resimler Türkçe okuma kitaplarımızdaki resimler kadar güzeldi. Kimi resimleri bugün bile aklımda. Güzel bir ev resmi, çizgi oynayan çocuklar, eski bir su değirmeni; bir de bizim köyün camisi. Çocukluk işte. Eleni’nin, bizim caminin resmini yapması kendisine iyice ısındırmıştı beni. Onu daha cana yakın bulmuştum. Kendimi Eleni’ye hayranlıkla bakmaktan alamıyordum. Güzel elbisesi, çıplak kolları, pırıl pırıl saçları… Bir gün yine böyle bir anda gelip saçlarımı okşadı benim. Gülümsedi, iyice gözlerimin içine baktı. Sen okumalısın, dedi. Muhakkak okumalısın. Sonra gitti, bizi korkulu ve şaşkın gözlerle seyreden kızının saçlarını okşadı. Kız, çığlığa benzer sesler çıkardı. Gülmek istedi, gülmesi ağlamaya dönüştü. Baktım; Eleni ağlıyordu. Yanaklarına aşağı süzülen yaşlar. Bir anlam veremedim Eleni’nin bu ağlayışına o zamanki çocuk aklımla. Ben, Eleni hiçbir