gelmesinden sanki ben sorumluymuşum gibi bir suçluluk duygusuna kapıldım. Kendi kendime haksızlık ediyordum oysa. Benimki bir nevi sevileni içgüdüsel koruma duygusundan kaynaklanan bir düşünceydi. Utanarak baktım yüzüne. Solmuştu. Gözlerindeki o eski canlılığı aradım onun. Öyle, alev alev yanan, beni tatlı bir heyecanla tepeden tırnağa ürperten bakışlarını… Canlılığını, saçlarını ani bir sallayışla geriye atmalarını, çocuğu ile birlikte sekerek yürüyüşlerini…
Yaşlı bir ceviz ağacının altındaki bankın üzerine oturmuştu. Elinde yaşlı kadınların kullandığı büyükçe, siyah bir çanta vardı. Saçları rast gele taranmıştı. Belki aynaya bile bakmadan. Gözleri uzaklara bakıyordu. Hafif bir yel esiyordu. Köye sapan yolun sağına park etmiş büyük bir arabadan bozuk Türkçesi ile bir seyyar satıcının sesi ortalığı dolduruyordu. Bülent Ersoy, “… Biz ayrılamayız…” diyordu o tok sesiyle. Önümüzdeki yoldan durmadan arabalar geçip gidiyordu.
Bir ara başını kaldırdı, göz göze geldik. Bakışları eski günleri anımsattı bana yeniden. Gönlümün derinliklerinde acı bir kıpırdanış…
“Nasılsın Emel…” dedim. Sesimi duyunca birden şaşırdı. Kendine alelacele çeki düzen vermeğe çalıştı. Huzursuz bir hali vardı. Yine de belli belirsiz gülümsemeğe çalıştı.
“Kusura bakma” dedi. “Yabancı biridir, diye dikkat etmedim.” Ayağa kalktı, yanıma yaklaştı. Öyle baktı gözlerime. Dalgın…
“İyiyim…” dedi. “Sen nasılsın… Uzun süreden beri görünmüyorsun…”
“Öyle…” dedim. “İşler, sorunlar… Geçen yıllar… Böyle oluyor. Pek görüşemiyoruz.”
Ses çıkarmadı hiç. Uzaktan kendisine bir şeyler işaret eden kızına gülümsedi. Sonra, elindeki çantaya daldı gözleri.
Emel… Ona ilk vurulduğum günü anımsıyorum. I4- I5 yaşlarındaydı. Gül kokan, çiçek kokan kıpır kıpır bir kız. Alev alev yanan o gözlerini görür gibi oluyorum. Gönlümü yakan, beni tatlı sarhoşluklar içine götüren… Annesi ve ablasıyla birlikteydiler sanıyorum. Şırıl şırıl akan bir suyun içinden geçerken eteğini yukarı doğru çekmişti. Bacakları… Ne tatlı, ne güzel bacaklardı… Filmlerde, çorap reklamı yapan kızlarda görüyordum öyle güzel bacakları. Gözlerimi ondan alamıyordum bir türlü. O da bakmıştı bana. Birden bırakmıştı eteğini. Benim yaşım büyüktü. Kızdı sanmıştım önce. Oysa kızmamıştı. Yüzü al al olmuştu öyle. Bir hayli uzaklaştıktan sonra da dönüp dönüp bana bakmıştı.
İçime bir sevgi tohumu düşmüştü o gün. Bende büyüyüp gelişebilir miydi bu sevgi tohumu… Bunu pek bilemiyordum. Ama o ilk tatlı kıpırtıları hep duydum içimde. Sonra, işler, ayrılıklar, derken Emel’in erken evliliği… Gelin arabasına binerken göz göze geldik bir ara. Nasıl da dargın bakıyordu bana. Bana bunu mu yapacaktın, der gibi. Oysa benim yaptığım doğruydu. Onun çok daha iyi bir yaşama hakkı olduğuna inanıyordum.
Emel gitmiş, yeniden karşıdaki banka oturmuştu. Gözleri elindeki çantadaydı. Çevresine bakmak istemiyordu. Otobüs gelmekte gecikiyordu.
Emel, bir ara sadece benim görebileceğim biri olup yanıma sokulmuştu. Emel’in sesini duyuyordum. Ellerini ellerime bırakıyordu. “Ne olur, tut ellerimi,” diyordu. “Mutlu olmadığımı biliyorsun. Evliliğimin ilk günlerinde mutlu olduğumu sanıyordum. Kocam, yani Halit, beni alıp istediğim yerleri gezdiriyordu. Birlikte denize gidiyorduk. Denizde eğlenip oynuyorduk. Kumlar üstünde koşuyorduk çocuklar gibi. Kafeteryaya gidip dondurma yiyorduk. Uzakta, denizin üstünde martılar uçuşuyordu. Oradaki kadınların en mutlusu olarak kendimi görüyordum. Kocam başkalarının göremeyecekleri bir yerde gizlice öpüyordu beni. Kızıyormuş gibi yapıyordum ama onun bu hareketi hoşuma gidiyordu. Akşamları bahçedeki çiçekleri birlikte suluyorduk… Bir karanfil koparıp saçıma iliştiriyordu. Sonra eğilip yanağıma bir öpücük konduruyordu. Boyuna bosuna bakıp seninle karşılaştırıyordum onu. Kot bir pantolon, lacivert bir gemici bluzu giyiyordu. Kolları güçlüydü. Saçları seninkiler gibi seyrek değildi. İyi ki bununla evlenmişim, diye geçiriyordum içimden. Ne yalan söyleyeyim, Seni de unutmak istiyordum. Unutursam, daha da mutlu olacağımı sanıyordum.”
Emel, gölgede, bankta oturuyordu. Otobüs gelmekte gecikiyordu. Emel sık sık saatine bakıyordu. Sesinde sıkıntılı bir hal vardı.
“Bu otobüs de kimi zaman böyle gecikiyor…”
“Öyle oluyor bazen…” dedim. Sesim titriyordu. Alıp uzaklara götürmek istiyordum kendimi. Emel uçarak yanıma geliyordu. Ürkek bir kuş… Onun ellerini tutuyordum. Gözlerinde yaşlar… Durmadan anlatıyordu. Biliyorsun; kocam gemilere gitmişti. Dönüşünde küçük bir taverna açmıştı deniz kıyısında. İki çocuğumu düşünüyordum hep. Onların geleceğini düşünerek durmadan çalıştım. Bütün gece bulaşık yıkadım. Gündüzleri masaları sildim, müşterilere meze taşıdım. Ölesiye yoruluyordum. Beni daha çok yoran kocamın ilgisizliğiydi. Oraya gelenlerin çoğu, genç çiftlerdi. Ben büfenin ardında uykusuzluktan yıkılacak haldeyken onlar yiyip içiyor, gülüp şakalaşıyorlardı. Aşikâr öpüşenler de vardı içlerinde… Sen de biliyorsun bunları. Sen de çok kez geldin tavernaya. Hangi maksatla geldiğini bilmeyi ne kadar isterdim… Uzak bir köşeye oturuyordun yalnız… Arada bana doğru kayıyordu bakışların. O an seni düşünüyordum. Bambaşka duygular gelişiyordu içimde. Kendi kendime kızıyordum. Aptallaşıyordum bir yerde. Her şeyleri bir kenara itip kendimi senin kucağına atmak istiyordum. Ne düşüncesizlik… Kocam senden hoşlanmıyordu. Başka masalara şunu-bunu götürmeme ses çıkarmıyordu da senin masana yaklaşmamı istemiyordu. Aslında, bunu ben de istemiyordum. Neden bilmem; seni uzaktan görmeyi yeğliyordum. Daha huzurlu oluyordum böyle. Orada yapabileceğim şey, senin sevdiğin plakları koymaktı. Sen de seziyordun bunu. Şarkıyı dinlerken mutlu mutlu gülümserdin. Senin o gülümsemelerin, benim mutsuzluklarla dolu anlarıma biraz olsun mutluluk katardı…”
Uzaktan, seyyar satıcının sesi geliyordu. Emel ağır adımlarla gidip geliyordu. Sık sık saatine bakıyordu.
“Ne oldu,” dedim. “Halit gemilerden dönmedi mi daha?”
“Hayır,” dedi Emel. Uzakta, arkadaşlarıyla şakalaşan kızına doğru baktı. “Hayır, gelmedi. Senede bir kez gelir en çok…”
Bir kuş oldu Emel, yeniden sokuldu yanıma. “Bak,” dedi. “Bunları sana söylüyorum böyle açık. Artık onun gemilerden gelip gelmemesi beni pek ilgilendirmiyor. Belki duymuşsundur. Bir ara az daha boşanıyorduk. Haksız mıyım? Ben onun gemilerde neler yaptığını bilmiyor muyum? Biliyorum. Kendi anlatıyor zaten. Hadi, erkektir, dedik; olur bu kadar dedik… Ama onun yaptıkları… Gemilerdeki fahişelerle yan yana, dudak dudağa çektirdiği fotoğraflar… Asıl canımı sıkan, benim varlığımı yadsıyan bir tutumla o fotoğrafları yanına alıp bana göstermesi. Sanki bir şey olmamış, bir şey yokmuş gibi. En ağırıma giden de bu oldu. Bütün bu olanlar yetmiyormuş gibi, Brezilya’dan, Arjantin’den gelen mektuplar yabancı dille. Mektupların altında imza yerine boyalı kadın dudak izleri olmasa bir şey anlamam mümkün değil. İşte bütün bunlar… Sonra uykularım kaçtı. Ölmek istedim hep. Doktorlara taşındık durduk. Haplar… Uyku… Sersemlik… Sonunda ben kötü oldum yine. O, sinir hastası bir kadınla ömür geçirmek istemezmiş… Anlıyor musun, o haliyle şimdi de beni istemediğini söylüyor.
Köye giden yola bir seyyar satıcı daha sapmıştı. Bir kuş gelip karşıdaki ceviz ağacına kondu. Uzaktan bir şarkı duyuldu. Emel başını daldaki kuşa doğru çevirdi.
“Bu saatte nereye gidiyorsunuz böyle…” dedim. Kendine biraz daha çeki düzen vermeğe çalıştı.
“Anam hastaymış biraz…