Rahmi Ali

Zor İş


Скачать книгу

tam aklımda değil… Daha çok, onun yaptıklarını, tuhaf hareketlerini hatırlıyorum… Başında örme bir külâh; uzunca boylu, biraz kambur, dengesiz yürüyen ve olur olmaz şeylere durmadan gülen biri… Kimseye zararı dokunmayan… Onun bir adı da belki bu yüzden Zararsız Deli’ydi. Sabahları erken kalkmak huyuydu. Evin kapısından kuyuya kadar tek ayak üzerinde gidip gelirdi “körsülünceye” kadar… Kendisine gülenlere o da gülerdi. Büyük bir çemberi vardı. Bir öküz arabasının ön tekerinden çıkarılmış eski bir taban demiri. Cami Sokağı’nda bütün gün bir aşağı, bir yukarı çember çevirirdi. Camiye giden yaşlılar, “… Yeter artık be Hasan” derlerdi. “Yoruldun artık. Dinlen biraz…” Deli Hasan yaşlıların ardından bir süre sessizce bakar, sonra sesle gülmeğe başlardı. Biz çocuklarla arası iyiydi. Bizimle çukur topu, “gokti” oynardı. Hile yaptığımızı sezince somurtup bir köşeye çekilirdi. Sonra gider, onun gönlünü alır, tekrar oyunumuza katardık. Oyun içinde hele bir üstünlük sağlasın… O ne sevinmeler… Sevinçten durmadan ellerini çırpardı.

      Deli Hasan’ın üstü başı her zaman temizdi. Kendisine mahalleli bakıyordu. Her şeyi tamam… Yemeğini de cami hocasıyla birlikte yerdi. Yani, o kendi dünyası içinde mutlu, biz de onunla birlikte mutluyduk. Ne mutlu, ne sevimli bir deliydi o… Çoğu kez uzaklardan bir gülme sesi gelirdi… Dakikalar süren… Babam kulak verirdi, ne oluyor diye. Annem, “Ne sesleniyorsun” derdi. “Deli Hasan’ın sesi… O gülüyor yine…”

      Deli Hasan… Durmadan gülen adam… Niçin gülerdi, neye gülerdi; neye güldüğünü kendisi bilir miydi; merak ederdim hep… Sonra, onun, insanlar tarafından bu denli sevilmesine, korunmasına sevinirdim. Nasıl da severdik seni Deli Hasan… Bilmiyorum, gerçekten bizler tarafından sevildiğini biliyor, anlıyor muydun?.. Bunu bilmeni, anlamanı isterdim hep…

      Satıcı Recep Amca’yı unutmak olası mı? Belki evlerde anne ve babalarımızı, onun varlığı biraz üzüyordu ama biz çocuklar, onu görünce bayram yapardık nerdeyse… Recep Amca’nın heybesindeki o iki büyük sepette neler yoktu ki… Leblebi şekerleri, kuru incir, horozlu şeker, keçiboynuzu ve kuru üzüm… Kimi kez, susamlı helva bile getirdiği olurdu… Onu kasaba yolundan mahalleye saparken görür görmez doğru evlere koşardık. Kimimiz folluklara, kimimiz de anne ve babalarımıza… “Baba, Satıcı Recep Amca geliyor” der demez, babam sanki kendi kendine söylenirdi. “Şu Recep de… Başka iş bulamıyor mu da gelip azdırıyor çocukları?” Annem, “Ne yapsın adamcağız” derdi. “Ona geçinmek lâzım değil mi.. Adamın bir çizim tarlası yok… O da boğazına bakmak için bir şeyler yapacak elbet…” Babam, bana para vermemek için bir sürü dil dökerdi. Sonra, elime birkaç drahmi verip, “Al bakalım” derdi. “Ama olur olmaz şey alma…” Koşarak giderdim. Ardından, diğer çocuklar da çıkışırlardı evlerden. Recep Amca’nın gözlerinin içi gülerdi…

      –Recep Amca, bana bu parayla kuru incir ver…

      –Bana bir horozlu şeker Recep Amca…

      –Bana da kuru üzümle leblebi…

      “Durun, acele etmeyin” derdi Recep Amca… Çocukların getirdiği yumurtaları kontrol ederdi… “Sakın bunların içinde piliç olmasın” diye takılırdı.

      Kuru incirleri alınca eve doğru giderdim. Kapımızın önünde konuşan büyük kızlar bulunurdu. İçlerinden biri, “Bize yok mu” diye takılırdı. Cahide Abla’nın uzun parmaklı beyaz eli kese kâğıdına uzanırdı. “Bu kese kâğıdından ancak benim bir incir almağa hakkım var” derdi. Diğer kızlar gülümserken o, aldığı incirin bir kıyısından azıcık ısırır, tatlı tatlı, gözlerimin içine bakardı. “Bana kızmıyorsun, değil mi…” derdi. Sonra yavaşça yaklaşır, kıyısından ısırılmış inciri benim ağzıma verirdi. Hayret; hiç sesim çıkmazdı. Ve bu yediğim incirin tadını diğer incirlerde bulamazdım.

      Şimdi yıllar geçti aradan… Bambaşka dünyalar, bambaşka bir mekân içindeyim. Televizyonlar, filmler, yarı çıplak mankenlerin defileleri, ulu orta pazarlanan uzun boylu, boyalı kadınlar, ekran dolusu kadın göğüsleri, etli edepsiz şarkılar… Aşkı kirleten sözde aşklar… Bunları görüyor da, eski günlerin, o temiz, içten duygularla dolu tadını nasıl arıyorum. Bütün bunlar, bana, anlık, ömürleri kısa, geçici zevklermiş gibi geliyor. Yılların geçmesinden kaynaklanan bir durum mu bu; bilemiyorum. Ama o eski güzelliklerin, o eski hüzünlerin de bir daha geri döneceğini sanmıyorum… Hepsi dağılıp gittiler işte… Ne Makbule Teyze, ne Deli Hasan, ne annem, ne babam… Cahide abla şimdi nerededir, ne yapar; bilmiyorum. Bir ara, Yalova’da olduğunu duymuştum. Birkaç kez Yalova’ya gittim, ama kendisini görmek istemedim. O eski utansak günlerimi düşünerek… Belki de asıl neden bu değildi. O eski günlerin tadını, büyüsünü bozmak istemiyordum belki…

      Şu anda yine mutluyum. Yunus dayıların hanayından tatlı şarkı sesleri geliyor. Kapı önlerinde kızlar, gülüp şakalaşıyorlar. Makbule Teyze, güneşli bir hıdrellez günü, yüzünde binlerce gülüş, mahallenin kızlarını salıncakta sallıyor… Ve Cahide Abla’nın o kadife yumuşaklığındaki sesini duyar gibi oluyorum: “Benim utansak yavuklum… Benim utansak yavuklum…”

      TÜTÜNCÜLERİN GELİNİ

      Bir dost getirdi selâmını. “Neclâ’dan selâm var” dedi. Neclâ?.. Aradan o kadar zaman geçmişti ki… Hangi Neclâ, dedim. Yüzüme gülümseyerek baktı. Sanki bilmez mişsin, anlamadın, der gibilerden… Yüzüne ciddi olarak baktığımı görünce, “Hangi Neclâ olacak…” dedi. “Tütüncüler’in gelini Neclâ… Bir de anlamazmış gibi yapıyorsun…”

      O an içime bir sızı düştü. Utandım, kendi kendimi suçladım. Seni gerçekten unutmuş olabilir miydim?.. Hayır. Ama gene de bir vefasızlıktı bu. Benim bağışlanmamam gerekirdi.

      Dostum senden söz ederken bunları düşünüyordum. Kendisine belli etmedim ama kimi sözleri oldukça üzdü beni. Olanların kaçınılmaz birer gerçek olduklarını bile bile… Yaşlanmışsın. Çil çil benler düşmüş ellerine. Alnın kırışıklarla dolmuş… “Sus, anlatma böyle şeyleri bana” diye azarladım dostumu. “Neclâ’nın anlattıklarını anlat bana; ne yapıyor, ne ediyor; onları anlat” dedim. Buraları sormuşsun hep. Köyü, sokakları, dağları, harmanlık ardındaki boşlukta gelincik çiçeklerini… Bir de beni sormuşsun. Ne yapıyor, ne ediyor, demişsin. Ona, bir zamanlar köye getirilen Türkçe filmlerden söz etmişsin. O günleri unutamadığını söylemişsin.

      Kalabalık, gürültülü bir meyhanedeydik o akşam. Bir iki kadeh içmekle efkâr mı dağıtılır? Buna inanmıyorum. Üstelik meyhaneleri de sevmiyorum. Dostlarım olmasa, tek başıma hiç uğramayacağım bir yer. Üstelik buralara, özellikle mutsuz insanlar geliyormuş gibi bir düşünceye de kaptırıyorum kendimi. Bir de koymuyorlar mı o ağır meyhane müziğini… Ama o akşam, ilk kez içme ihtiyacını hissettim. Senin varlığın mı itmişti beni buna, bilemiyorum. Belki, belleğimin uzak yıllar ardında kalmış yerlerinde seni aramak istedim. Meyhanenin uğultusundan, güzelliklerin çiğnendiği bir dünyadan kaçmak istedim belki.

      İçkiyi biraz fazlaca mı kaçırmıştım? Bu nasıl iş; insanlar hep anlamsız şeylere gülüyorlardı sanki. Karşıki masada para için erkeklere vücudunu okşatan kadına canım sıkılıyordu. Garsonlardan biri elindeki kontrolle durmadan kanal değiştiriyordu. Garsonu paylamamak için kendimi zor tutuyordum. Karşı duvardaki çıplak kadın resimleri ayıp bir dünya haritası çiziyordu içimde. İçerisi, kızartılmış patatesle acı soğan kokuyordu. Her şey tatlı bir sallantı içindeydi.

      Seni ilk gördüğüm günü bir rüya gibi hatırlıyorum. Bitmesini istemediğim tatlı bir rüya… Şehirden bir faytonla gelip kapımızın önünde durmuştum. Yanımda bir