Elabbas Bağırov

Eski Adam ve Diğer Öyküler


Скачать книгу

bas Bağırov

      Eski Adam ve Diğer Öyküler

      GÜZEL

      Halamın köye dönmesi milletin ağzına iyi laf verdi. Neredeyse bütün köy onu konuşuyordu.

      Zavallı kadın, sokağa çıktığına bin pişmandı. Halamı gördüklerinde hemen gülüşmeye başlıyorlar. O, gözden kaybolana kadar da arkasından bakıyorlardı.

      Komşumuz Şayeste teyzenin, bire on katıp anlatışına ve komşuların kendilerini yırtmalarına bakarak, halamın bu insanların nazarında çok korkunç ve çirkin bir varlık olduğunu görüyordum.

      Ama gerçek böyle değildi. Halamın güzelliğinin bütün çevre köylerde bile parmak ısırttığını bütün âlem biliyordu.

      Henüz genç kızken, taydaşlarının, hatta ondan büyüklerin bile halama nasıl övgüler dizdikleri hala hatırımdadır.

      Sokağı, mahalleyi geçtik, evde de hiç gün yüzü görmüyordu. Annemle babam sanki günden güne bu insana karşı daha gaddar oluyorlardı.

      Bundan altı ay, bir yıl önceki insanlar değillerdi artık, sofrada onunla doğru düzgün konuşmuyor, iş yaparken onu hakir görüyor ve söyleyecek bir şey bulamadıklarındaysa yaptığı hareketlere kulp takıyorlardı. Halam da bunu hissediyor ama nedense susuyor, hiçbir şey söylemiyordu.

      Sadece benimle samimiydi konuşurken, yeri geldiğinde bazen bazı şeyler hakkında istişare de ediyorduk. Ama halamın her geçen gün, göz göre göre nasıl eridiğine ben şahittim.

      Bir keresinde, çarşıdan dönüp geldiği an; derdine derman arayan biri gibi bana “Niye her şey onun istediğinin tersine oldu, niye?” diye sordu. Dünya ahmak insanlarla doluysa onun suçu neydi!

      Ben ne yaparsam yapayım, halam ağzını açmadı ve her zaman olduğu gibi içindekileri, yine gözlerine yansıttı.

      Buna benzer hadiseler sonraları da tekrarlandı. Her zaman konuşup gülen bu güleç kadın; kocasının ve iki evladının ölümünden sonra böyle olmuştu. Köyde herkes “Çok geçmez,” diye konuşuyordu ondan için: “(…) delirir…”

      Henüz köyde bir haneden üç kişinin aynı anda Hakk’a yürüdüğüne rast gelinmemişti.

      Namı bütün civar köylere yayılan Seymur amcanın fedaileri de -onlardan da üç kişiyi öldürmüşlerdi- o gün köyü o beklenmez beladan kurtaramadı. Bu olay yaşandığında halam bizdeydi.

      Bir şey almaya gelmişti. Ansızın insanların feryadı yankılandı. Sesler köyün yukarısından -halamların yeni inşa edip bitirdikleri ev de oradaydı- geliyordu.

      O an köy birbirine karıştı. Aralıksız gelen mermi sesleri yüzünden paniğe kapılan insanlar kaçışıyor, bağırıyor, korkunç seslerle birbirlerini çağırıyorlardı.

      Biz, evimizin yanındaki tepeye çıktığımızda, duman artık halamların evini çoktan kaplamıştı. Ateş neredeyse gökyüzüne uzatacaktı ellerini…

      Tahminen bir buçuk saat sonra kem gözlülerin her zaman başka nazarlarla süzdüğü evden, sadece kömür gibi kararmış duvarlar kaldı geriye…

      Halamın dizlerinin üstünde sürünerek ulaştığı evinin duvarlarını yalamasını seyretmem; nedense kendi yarasını yalayan bir canlıyı aklıma getiriyordu. Ne de olsa iki ciğerparesi ve sevgili kocası, bu duvarların içinde yanıp küle dönmüştü.

      Akşamüzeri olaya bizzat şahit olan Püste teyze, evden kaçan baba ve evlatları; canilerin nasıl tutup iki kere ateşe geri attıklarını anlatıyordu. Bunları dinleyen kadınlar yeniden feryat etti. Ağlaşarak yüzlerini çiziyor, saçlarını yoluyor, lanet düşmana beddua ediyorlardı. Elinden bir şey gelmeyen erkekler; namert komşularına gerektiği gibi bir ders verip intikamlarını nasıl alacakları hususunda tartışıyorlardı.

      Halamın başına bu talihsiz olayın geldiği gün, köyümüzde beş evin daha kapısını kara haber çaldı.

      Sanki kavganın başladığı günden bu yana, bu haber evleri sıraya koymuştu, birinden çıkıp diğerine giriyor, oradan başkasına atlıyor, hayâsız dilenci gibi kapılara yüz sürüyordu. Bir ara oturup hesap yaptım, köyde belanın uğramadığı, teğet geçtiği bir ev var mı bakayım dedim!

      Herkesin, özellikle de aklıselim kişilerin söylediğinden şu çıkıyordu: Onlar halamın başına gelen musibetin daha fazlasını daha önceden sezmiş, bu konudan hiç söz etmemişlerdi. O zaman, halamı bekleyen asıl felaketin henüz gelmediğini bilmiyorduk.

      Bir gün yaza doğru, öğleden önceydi, köye bir haber düştü: Bağda üzümleri budayanları yakalamışlar. Bu hadiseden sonra Seymur amcanın aslanları -köyde herkes onlara böyle seslenirdi- gözden düştü biraz. Sonra öğle vakti olaylar birbiri ardına gerçekleşti… Esir alınanlar arasında halam da vardı. Asıl musibet bizim için buydu! Özellikle de babam… Babam başını vuracak bir taş arıyor, yüreğini soğutmak için kimi suçlayacağını bilmiyordu. Halamın kocası ve çocukları yanan evde kaldığında, onun esir alındığındaki kadar üzülmemişti. Belki de o gün halam eline geçseydi, babam onu kendi elleriyle boğup öldürürdü. Kız kardeşinin niye yerinde durmadığını, onun bağda ne aradığını bir türlü anlayamıyordu! Aslında herkes elini işten güçten çekmişti, hiç kimsenin yarına umudu yoktu. Halam, boş durmayarak derdini kederini unutmak için kendi işleriyle ilgileniyordu. O da böyle…

      Ben önceleri babamın böyle asıp kesmesini, anneme has zannederdim. Öyle huyları vardı. Annemin yanında ekelenmekten haz alıyordu sanki. Ama iki avcuyla yüzünü kapayıp “Nasıl rezil oldum âleme Allah’ım, sen bu kıza ucuz bir ölüm ver,” dediğinde, halamın ölümünü ne kadar canı yürekten istediğini anlamıştım. Annem de onu şu sözlerle sakinleştirmişti:

      – Olmuşla ölmüşe çare yok, gerisi de nasip.

      O gün bizi teselli etmeye gelen insanların yüzüne, babamın nasıl utana sıkıla baktığını görmek; niyeyse benim için de ağırdı. Bir şekilde kaçıp canlarını kurtaran insanlar, hadiseyi etraflıca anlattıkça, düşmanın eline geçmemek için halamın kendini kayalıktan attığı haberi, köyde duyulduğu andan itibaren, beti benzi atmış babam sanki biraz rahatlar gibi oldu. Millet: “Zalimin zulmü, Allah’ın da merhameti hudutsuzdur,” diyerek kederlenmemesi için annemi teskin ediyordu

      Aradan bir ay geçtikten sonra yakaladıkları adamları kurşuna dizerek öldürdükleri haberi köyde dilden dile yankılandı. Aralarından sadece Ferruh amcayı öldürmemişlerdi esirlerle değiş tokuş etmek için. Ölüp ölmemesi çok da bir şey fark ettirmeyecek olan bu ihtiyar, zaten ayakta zor duruyordu.

      O gün bağa nasıl ve hangi niyetle gittiğini hiç bilen yoktu…

      Cenazeleri vermek için bir etek dolusu para istediler. Benim tahminime göre, hiç kimse o kadar parayı bulup ödemeyi kabul etmezdi. Nihayet bu dünyada olmayan ölülerin nerede olduğu, herhalde sahipleri için de fark etmezdi! Ama kim benim sözümle hareket edecekti ki! Hemen dokuz evin bahçesinde yas yeri kuruldu. Herkes kendi cenazesini alıp derdine yandı. Hayale dalan babama ne düşündüğünü sorduklarında soğukkanlı bir halde: “Keşke böyle bir mutluluk bugün bizim de başımıza gelseydi. Allah’a and olsun ki davul çaldırırdım bu avluda!” diyerek, çok derinden bir ah etti. Kız kardeşinin ve onun yavrularının ölümünü böyle yürekten isteyen bir adamın evladı olmak; benim için de inanılmaz bir şeydi. O an, halamın yerinde babamın olmasını nasıl da istiyordum! Halam… Evet, ne zamandır onların hakkında kesin bir şey bilen yoktu! Buna mukabil, her fırsatta, sohbet konusu olmasının haddi hesabı da yoktu! Bu konuşulanları köyde ilk defa Sertib amcanın oğlu Abdülali yaymıştı. Ortalık karıştıktan hemen sonra da başını alıp Bakü’ye gitmişti. Bu oğlan, arada bir köye uğramayı; sanki insanın aklına yatmayan çeşitli dedikoduları tohum gibi köye ekmek için alışkanlık edinmişti. Onu sevenlerde vardı. Bakü’den gelirken ateş pahasına bile olsa bulup getirmediği ve milletin almadığı şey kalmıyordu. Özellikle de yiyecek şeyler. Abdülali’nin ağzından çıkan sözle, derhal köye bir şaibe yayılırdı. Abdülali’den duyduğu bir sözün orasını burasını düzeltip zora düştüğü an “Vallahi, ben duyduklarımın yalancısıyım,” diyenler de zibil gibiydi. Hatta bu konuşmaları bazen en ciddi insanların ağzından da dinleyebilirdin. Halamları merkeze, yani Erivan’a götürdükleri lafı ortalıkta geziyordu. Orada onlara bin türlü kötülük yapacaklarını utanarak anlatsalar da yine de