Elabbas Bağırov

Eski Adam ve Diğer Öyküler


Скачать книгу

görmek başka bir şeydi. Nedense o zamanlar insanlar da başkaydı. Her şey de garip bir samimiyet vardı. Buraların sadece otuz yıllık geçmişi olan hatıraları değil, buharlı lokomotif düdüğünden tutun da radyo kuşağında verilen reklamlara kadar her şeyi… Mallarını yükleyenlerin gürültüsü, görevlilerle bileti olmayan yolcuların kavgası dalaşı, sarhoş yolcuların gereksiz tartışması… En ufak sesler ve renkler bile hafızasında; çocukluk yıllarının siyah beyaz fotoğrafı olarak kalmıştı.

      Geç de olsa, öğretmen sonunda kendine gelerek dillendi: “Bütün şehire balığı asıl bu mıntıka verir. Hazır gelmişken gel buraya da uğrayalım, içimde kalmasın. Sonra gıcık gıcık sorularla kendimi yargılayacağım, tanımıyor musun beni!”

      Sınır hattı olduğu için yıllarca işlenmemiş olan kurak topraklar, oradan diğer tarafa doğru gündüzleri hep yüzeyi altınımsı, geceleriyse gümüşümsü bir renkte hışımla vuran sert dalgalara ait berrak göl ve elini uzatsan dokunacağını zannedeceğin eciş bücüş ufuk çizgisi; şimdi başka bir güzel görünüyordu. Bu ıssız meskene akşamın karanlık hüznü çökmüş, birbirini kovalayan boz bulanık dalgaların korkunç uğultusu bütün gürültüyü yutmuş, kıyıya köşeye bağlanmış balıkçı teknelerinin belli belirsiz ışıkları da hafif sisin içinde netliğini kaybederek sönmek üzere olan gece lambasına benzemişti. Bir yandan da yenice başlayan kar… Öyle yağıyordu ki deli rüzgar; serpiştirerek döküştürdüğü kar ile kışın resmini çiziyor derdin kesin.

      Rüzgarın kırıp döktüğü sahilde -mavi bir branda, olta, paslanmış kova, uzun saplı bir kürek, bir çift çizme, karman çorman olmuş file benzeri bir ağ, arkasında ters dönmüş büyük bir kayık ve kürekler; düzensiz bir şekilde çevreye saçılmıştı- onları üstünde uzun yağmurluk, başında eski kulaklı bir asker beresi olan, iri yapılı bir balıkçı karşıladı. Saçı sakalı birbirine karışmış, yüzünden düşen bin parçaydı.

      – Kardeş, her şeyi anlıyorum ama sen de kusuruma bakma. Şurada uzaktan görünen dağ var ya, tam o dağın arkasından geldim, hastamız var, balık lazım, anneme…

      Öğretmen, arabanın camından ona hala yan yan bakarak süzmeye devam eden, ablak yüzünde benler olan adama aşağıdan yukarı bakarak, herhalde bu adamdan mümkünatı olmayan bir şeyi rica ettiğini düşündü ki sadece sesini değil, söylediklerini de yeniden gözden geçirdi ve derhal, bir kez daha söze girdi:

      – Bir tanecik, minnacık da olsa olur. Yeter ki eli boş dönmeyeyim.

      Balıkçı, başını salladı, derinden bir ah çekti, yanaklarını şişire şire ağır dalgalarla sağa sola vuran göle göz gezdirdi ve dönüp sessiz sedasız kulübesine doğru yöneldi. Yalnız evine yaklaştığında usulca arkasına dönerek henüz ondan cevap bekleyen öğretmene beklemesin, gitsin diye eliyle işaret etti.

      Karısı kederli bir ses tonuyla, adamın davranış biçimine hak verdi: “Belki de ölenlerin içinde oğlu vardı! Zavallı hiç kendinde değil.”

      “Nereden biliyorsun?” dese de eğer teknesi batanlardan biri oğlu olabilir diye, onun burada ne yaptığını düşündü, şimdi evinde huzurla, gelenleri karşılayıp, gidenleri uğurlamakla meşgul olmalıydı. Sanki ansızın aklına gelen bu fikir yüzünden ayılıp, sözü geçen belanın bu adamı ıskaladığına sevinir gibi oldu ve “Boş yere vakit kaybettik,” deyip arabayla, sulu karın henüz tam kaplamadığı kaygan otların üstünde birkaç manevra yaparak, zor olsa da geri döndü: “Buradan sonra böyle en az on tane kulübe var. Yani balık olmadığı için başkasının yanına göndermedi, olsaydı gönderirdi. Bu demek oluyor ki hiçbir yerde yok.”

      Böyle söyledi ve bu sayede sadece kendini teselli etmiyor, aynı zamanda karısına da duyurarak sonradan onu kınamamasını, olmayan bir şeyi nereden bulacağını, yoktan var etmenin Allah’a mahsus olduğunu anlatmış oluyordu.

      Dönüp tam ortasından geri döndükleri sık kamışlık; farların ışığında kendi korkunç görünüşüyle o dakikalarda gerçek bir kaosu anımsatıyordu. Rüzgarın eğerek iki büklüm ettiği, bazen de durup durup arabanın ön ve arka camlarına çarparak ses çıkaran bir sürü kamışı görseniz, koyu kahverengi mumlarıyla onlara parmak sallıyor derdiniz. Dar ve toprak yoldan asfalta ulaşana kadar -oradan diğer tarafa demiryolu istasyonu uzanıyordu- artık kar, kendi işini halletmiş, etraf tamamen bembeyaz olmuştu.

      “Bu meret de tam yağacak zamanı buldu… Bizi yolda koymasa iyi.” Arabayı dikkatlice, yavaş yavaş asfalta çıkaran öğretmen, serseri esen rüzgarda hiddetli bir şekilde cama vuran sulu kar tanelerini göstererek söylendi: “Hiç de keyfim yokken, bak nasıl ortalığı birbirine katıyor, Allah’ın belası!”

      – Yağıyorsa yağıyor, dinmeyecek değil ya, onun derdini de senin çekecek halin yok hem! Sen arabanı sür…

***

      Epeydir kadının bir ayağı çukurdaydı, bugün yarın gidiciydi. Ağrıları artık öyle hapla mapla da azalmıyordu. Her seferinde en fazla bir iki saati dayanıyor sonra köyün doktorunu çağırıyorlardı. O da tavsiyeler veriyor, ilaç filan yazıp gidiyordu. İnlemeleri de asıl bundan sonra başlıyordu, özellikle de geceleri. Bu haldeyken kadın, bir ara ilçe hastanesinde, bir aydan fazla da il merkezinde tedavi gördü. Hiçbir şey değişmediğindeyse “Alın götürün beni buradan, ne kendinizi kandırın, ne beni, bir ayağı çukurda olan insanın burada ne işi olur!” dedi.

      Bu sırda yoldayken şunu da eklemişti: “Dua edin, ecelim tez gelsin de size sıkıntı vermeyeyim. Yoksa sırtınıza yük olurum.”

      Böyle böyle kadın düşe kalka bir kaç yıl daha ömür sürdü. Seksen yaşını gördüğünde başka bir dert gelip buldu onu; yavaş yavaş uykularını yitirdi, yemeden içmeden kesildi, zayıflayıp çöp gibi kaldı. Bazen öyle oluyordu ki günlerce bir lokma geçmiyordu boğazından, değil bir yudum su, hatta nefesi bile zorla alıp veriyordu. Diğerleri de acaba nasıl böyle dayanıyor da ruhunu teslim etmiyor diye şaşırıp kalıyorlardı. O da başka konuşuyordu: “Elden ayaktan düşmeden ölmenin neresi kötü!” diyordu. Teskin ediyorlardı, gönlünü alıyorlardı. Kimseye yük olmadığını, ona bakmaktan gocunmadıklarını söyleyerek dertlenmesin istiyorlardı. Bir yere giderken bir isteği var mı diye soruyorlardı, belki canı bir şey istiyor, aklından bir şey geçiyorsa söylesin diye… Bunu insanın oğlu, kızı yapmayacaksa kim yapacaktı! O da başını sağa sola çeviriyor -ölmesi için izin vermiyorlar, böyle bir hayatın ona ne faydası var diye düşünüp- altı çökmüş gözlerini yumarak- burun kıvırıyordu…

      Bugün ise her şey tam aksi cereyan etmişti. Gelini, öğleden önce kıyafetlerini değiştirip evden çıkarken, kadın, yastıktan azıcık doğrulup, onu eliyle yanına çağırdı, mırıldanabilse de şöyle söyledi: “Bir balık alırsınız bana.”

      Gelini, duyduğu şey karşısında şaşırır gibi oldu. Acaba bu nereden çıkmıştı! Ona hatırlatmaya çalıştı, son kez bir şey istediğini hatırlıyor muydu görmek istedi. Ne zaman olmuştu bu!

      “Niye bir tane alalım,” dedi sevinerek, “Tam üç tane alırız. Yeter ki sen ye, iç, torununun düğününe kadar ayaklan. Bizi büyüksüz koyma.”

* * *

      Çamderesi ormanı arkada kaldı, Ortaova’yı geçtiler, Karayalın yokuşuna gelip, şehirden çıktıklarında usul usul, saat yelkovanı gibi durmak bilmeyen cam sileceğini daha da hızlandırdı öğretmen ve “İşe bak,” dedi: “Orayı kar kaplamıştı, burayı sel götürüyor. Halbuki burayla arası toplam yirmi kilometre.”

      – Yağmur; kardan daha iyi, bırak sağ salim gidip çıkalım köye, yolda insan neyle karşılaşacağını bilmiyor, hem sonra dağlara da yağar. Daha zemherisi var bunun.

      Öğretmen