Elabbas Bağırov

Eski Adam ve Diğer Öyküler


Скачать книгу

ki yola düşmüş. İçen, çeken biri olsaydı, sızıp kalırdı. Geri dön al onu, yazıktır, belki de evlatlarına ekmek götürüyordur!

      “Allah Allah… Çattık arkadaş! Kadın olacakmışsın, böyle kafan olacakmış!” Öğretmenin bıkkın bir şekilde söylenmesinden tepesinin tasının attığı anlaşılıyordu, velhasıl ne düşündüyse, ağzının içinde bir şeyler geveleye geveleye hızını azalttı, arabayı yavaşça durdurup önce arka arka gitti. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur ve karanlık yüzünden bunu başaramayacağını, bir sürü zaman kaybedeceklerini anlayınca dönüp yarım kilometrelik yolu yeniden katetti. Bu sırada da ağzından geleni karısına söyleye söyleye… En sonunda dönüp şöyle dedi:

      – Karısının sözüne kulak asan adamın suratına tükürmeli. Böylesine nasıl adam denir!

      “Sevap işlemiş olacaksın,” dedi karısı, onun daha çok cinlenmesine izin vermedi: “Allah rızası için, çok sokranma! Vardır bunda da bir hayır, şu an ileride ne durumda bekliyordur şimdi bizi! Biliyor musun?”

      Elinde küçük bir poşetle demir direğin dibinde büzüşmüş bekleyen yolcunun yanına vardıklarında öğretmen hala söyleniyordu: “Profesör olmuş babasının kızı!”

      Yüzünden nur akan adam baştan aşağı sırılsıklamdı, tir tir titriyor, ağzını açamıyordu. Arabadakilerin yarı yoldan sırf onun için döndüklerini öğrendiğinde ise neredeyse şoförün ellerinden öpecekti. Söz icabı da olsa “Ne zahmet ettiniz!” dedi.

      Şoförün “Ya niye zahmet çekeceğiz ademoğlu! Öyle ver yiyeyim, ört yatayımla iş biter mi?” demesi, onu özellikle utandırmıştı. Onun için gelen insanların sıradan insanlar olmadığını hissetti. Söze nereden nasıl gireceğini bilmiyordu, hiç olmazsa gönlündekilerin az bir kısmını söylemesi gerekirdi. Biraz sonra kasabanın merkezinden olduğu, su deposunda nöbetçi olarak çalıştığı, geceleyin nöbette olması gerektiği ama acil eve dönmek zorunda kaldığı anlaşıldı. Annesinin durumu kötü olunca, beklemesin gelsin diye telefon etmişler.

      “Merak etme, biz de aynı dertten muzdaribiz. O hastalardan biri tane de bizde var,” diyen şoför, araya laf sokarak onun kafasını dağıtmaya çalıştı: “Duymadın mı, ışıldayan demir pas tutmazmış. Belki yüz yaşını da görürüz.”

      Sonra tanıştılar, oradan buradan konuştular, pahalılıktan şikayetçi oldular, evlatlardan söz ettiler, sıra havaya suya geldiğinde ilçeye varmışlardı. Yol boyunca ne bir araba çıkmıştı karşılarına, ne de peşlerinden gelip onları geçen biri… Sadece aralıksız yağan yağmur, kaygan yol ve karanlık bir doğa…

      “Karanlığa kaldın, güneş battı, herkes kendi evine girdi,” diyen yolcu, arabayı yolun kenarındaki münasip bir yerde durdurttu, evinin birkaç adım ötede olduğunu söyledi, arabadan indi ve indiği gibi de elini cebine attı.

      “Seninki yol arkadaşlığı değilmiş ki!” diyen öğretmenin azarlaması onu nasıl ayılttıysa, ellerini tek tek cebinden çıkarıp havaya kaldırdı: “Teslim oluyorum! Bir gün borcumu öderim. Şimdi benim evde hastam, sizin de gidecek uzun bir yolunuz var, yoksa sizin gibi insanları memnuniyetle misafir ederdim,” dedi. Onlara iyi yolculuklar diledi ve acele ettiği için özür dileyerek hızlı adımlarla öyle uzaklaştı ki öğretmenin, arkasından duyulan sesi onu ancak köşe başında durdurabildi:

      – Kardeş! İsmin de aklımdan çıktı, poşetin kaldı, poşetin!

      Hala yağan yağmurun altında, görünüşüyle gülyabaniyi anımsatan yolcu arkasına baktı:

      “Buraya kadar benimdi, bundan sonra sizindir!” dedi ve karanlıkta gözden kayboldu.

* * *

      Öğretmen, tam üstünü değişmiş, sabah aldığı gazeteleri güzelce karşısına yığmıştı ki karısının mutfaktan gelen telaşlı sesini duydu: “Habip, çabuk gel!” Bir şey olduğunu anladı, nihayet karısı her şeye heyecanlanan birisi değildi… Kadın konuşa konuşa mutfaktan geliyor, o ise söylene söylene odadan mutfağa yürüyordu. Koridorda karşılaştılar ve adamı bağırmaktan neyin alıkoyduğunu kendisi de anlamadı. Sağa ve sola açtığı iki elinde baş aşağı sarkmış iki tane balıkla sırıtan karısının karşısında dona kalmıştı…

      SOKAK

      Aslında onu her gün apartmanın önünde görüyordu. Kadınsa utancından başını bile kaldıramıyordu. Şimdi altıncı katta, tam kapının ağzında onunla karşı karşıya gelmişti. Her zamanki gibi mahzun görünmekteydi. O, başını eğerek eşiklikte duran ev yapımı yiyeceklerine baktığı an, kadın bunları satmak için getirdiğini anlatmaya başladı:

      – Bilirsiniz… Ben, bu günlerde evi taşıyacağım.

      İç âleminde, güya hiçbir şey satın almamasının sebebini izah etti ve kadının tebessümünü cevapsız bırakmamış olmaktan ziyade, çoğu zaman apartmanın önünden gelen sesine uyanıp arkasından konuştuğu bu insanın kapıdan kırgın ayrılmamasına sevindi.

      Duvarın diğer tarafında birisi piyanoda tek parmakla yine o insanı canından bezdiren şarkıyı dıngırdatıyor, hep de aynı yerde takılıp yeniden çalmaya başlıyordu. Sanki bu yarım müzisyene, birileri, başkalarının sinirleriyle oynaması için emir filan vermişti. Bu, insanın canını sıkmıyor gibi bir yandan da yağmur çiseliyordu. Yağmur ne yağmur gibi yağıyor ne de dinmek biliyordu. O sabah onu uykudan uyandıran bu ses; düpedüz tencere tava çalıyordu. İşin kötü yanı öğle yemeğine doğru elektrikler de gitti. Yarı aydınlık oda buz gibi soğuktu. Her seferinde kendine söz veriyordu, “Sağlık olsun,” diyordu; bir gün zaman olduğunda kapı ve pencerelerin eksiklerini iyice elden geçirecekti. Yoksa geçen yıldaki gibi… Öyle bir yanlış yapmıştı ki bütün kış hastalıktan gözünü açamamıştı. Artık tamamdı, soğuğa yiğitlik ettiği günler geride kalıyordu. Ama şu da vardı; kimi zaman havaların güzel gitmesi de bir bahaneye eviriliyordu. Ahmak gibi berbat bir atalete sahipti ve diğer işlerde de olduğu gibi, bu şey onun elini kolunu bağlıyordu. Aslında henüz bir hafta önce komşu eczaneleri yoklayıp pamuk bulamadığında, şehre yağan kar misali bu işin üstüne de sünger çekeceği belliydi.

      Huyu böyleydi, hiçbir zaman uzaktan bir şey alıp getirmezdi. Alışverişi de evin yanından yöresinden yapardı. Diyelim ki çok gerekli olan küçük bir şeye ihtiyacı varsa, onun için gidip şehrin diğer bir ucuna çıkmazdı. Bir yerde bir şey bulamıyorsa, o şeyin hiçbir yerde bulunmadığını zannederdi. Elde olmadığı için satışa sunmuyorlardı. Yoksa ender bulunan bir şey değildi ki karaborsaya düşsündü! Şimdi de yeni bir bahanesi vardı: Nereden bilebilirdi bir gün işyerinde kapı önüne konulacağını!İşte o zaman, o da keşke bir tek derdim kapı ve pencerenin yalıtımı olsa diye acı acı içlenecekti. Malum olduğu üzere, zilini çalacak olan adam da öyle böyle gelmeyecek, topla, tüfekle dikilecekti kapısına:

      – Ne var biliyor musun kardeş, topla pılını pırtını, saygı gösteren insanın tepesine çıkılmaz. Senden için ricacı oldular, ben de adam bilip evimi verdim. İyi adamsın kendine göre… Benim sana yapacağım iyilik en fazla bir hafta mühlet olur. Anlarsın anlamazsın, bu artık senin bileceğin iş! Onu da kafama takacak halim yok! Nereye gidersen git, bundan daha ucuz ev bulursan gel yüzüme tükür. Arkadaşın söylüyor, sende yeni bir hastalık tespit etmişler, elde avuçta ne varsa toplayıp ilaca vermişsin. Sen hastaysan benim suçum ne! Var mı benim günahım! Vallahi de billahi de arkadaşının hatırını kıramıyorum. Benim yerimde başka biri olsaydı, senle başka şekilde konuşurdu. İnsan insana bir ya da iki ay borçlu kalır artık… Beş ay değil ki! Beş ay demek yarım sene demek! Asıl benim canımı sıkan; şair olduğunu, yazar olduğunu, makale filan yazdığını söylüyorlar. Ne