Elabbas Bağırov

Eski Adam ve Diğer Öyküler


Скачать книгу

gitti. Ben bu alımlı ve güzel kadını hiçbir zaman bu kadar üzgün görmemiştim. Seymur amca biraz uzaklaştıktan sonra ne düşündüyse, geri dönerek; hâlâ öylece yerinde kuruyup kalmış olan halamı tepeden tırnağa kadar tekrar tekrar süzdü ve başını sağa sola sallayarak yeniden yoluna döndü. Biraz zaman geçtikten sonra terasa henüz çıkmıştım ki annemlerin sesini duydum. Çocukla nasıl konuşulursa, annem de halamla öyle konuşuyordu. O akşam halam sabaha kadar odasından dışarı çıkmadı. Ben bir ara gizlice kapısına yaklaşıp anahtar deliğinden bakarak onun ağladığını gördüm. Babamgil, son zamanlardaki alışkanlıklarını devam ettirerek, o akşam da halamı yemeğe çağırmadı. Ben onları yatırdıktan sonra sessizce bir tepsiye yemek koydum ve halamın yanına girdim. Elimdekileri görünce buruk bir tebessüm belirdi yüzünde. Böyle zamansız ve heyecanlı geldiğim için, işlerin ne haddede olduğunu hemen anladı. Getirdiklerimi masanın üstüne bırakıp onun karşısına geçip oturdum. Sanki öbür tarafa gidip gelmiş gibi görünüyordu. Bir mucize bile olsa onun sabaha çıkacağına inanmazdım. Korkudan bağırmamak için kollarımı onun boynuna dolayarak “Seni çok seviyorum hala!” dedim. Halam önüne aldığı albümdeki fotoğraflara bakıyordu.

      “Ben de,” deyip azıcık gülümsedi ancak yine de yüzüne renk gelmedi. Bununla birlikte her zamanki gibi hâlâ çok güzeldi halam… Ninem de “Bu kızın yüzü güzel ama bahtı değil,” derdi her zaman. Kadıncağız, halamın kaderinden şikâyet ede ede bu dünyadan göçüp gitti.

      “İleride bunu büyütürsün.” Ben oturduktan sonra halam kenara koyduğu fotoğrafı alıp bana doğru uzattı: “Hiç kimseye gösterme, kitabının arasına koyarsın durur.” Dedim: “Elbette.” Aklıma hiçbir şey gelmedi, bu gibi durumlarda erkekler nasıl karşılık verirse ben de öyle söz verdim ve hüzünlü bir halde onların dört kişilik aile fotoğrafına baktım. Bu arada halamın, fotoğrafı saklamak için bu iki ara bir derede böyle mantıklı bir yer düşünüp bulduğuna hayret ettim. Bu kavgadan önce de yıllarca kapağını açmadığım bir kitabım vardı… Ben oturduktan hemen sonra gözleri dolan halam odadan çıkmamı rica etti. Aslında ben de hiç kalmayı düşünmüyordum. Yemeğini rahatça, çabuk ve iştahla yesin istiyordum. Ertesi gün güneş doğmadan bizi uykudan uyandıran vahamet dolu ses Alemdar amcanın sesi oldu.

      Sanki ulu orta ciğerini söküyorlar gibi “Yangın!” diye bağırıyordu. Buna benzer feryatlara çoktan alışmış olsak da derhal terasa yığıldık. Avlunun tam ortasında bir şey yanıp tutuşuyordu. Etrafı mide bulandıran, insanın kalbini çatlatan bir koku almıştı. Bağıra çağıra, panik bir halde ateşi söndürmek için sağa sola koşuşturan insanların gölgesi korkunç bir manzara oluşturmuştu. Aralarında sadece halam yoktu. Ona haber vermek için hemen içeri koştum. Oda bomboştu. Getirdiğim yemek de olduğu gibi masanın üstünde duruyordu öylece… Yeniden kendimi dışarı attım ve gözüme ilk çarpan şey; yarı çıplak bir halde bir köşeye yaslanmış, sakince gözyaşı döken babam oldu. Sonra birinin dilinden halamın adını işittim. Yeni yeni gelenlere herkes halamın adını söylüyordu. Ben işte o sıra yavaş yavaş anlıyordum ne olup bittiğini!

      Birden “Ha… la…” diye deli gibi bağırdım ve sesim bütün köyü inletti: “Hala… cığım…”

      Bu sırada üzgün bir halde elinde silahla durmuş, yüzü gözü ateşin yansımasıyla aydınlanan Seymur amcayı gördüm ve nedense, bütün suçun onda olduğunu düşündüm.

      REZİL

      Her şey o saçma sapan sorunun yüzünden oldu… Ve ben o zamana kadar yeryüzünün en mazlum adamı zannettiğim beş yıllık dostuma namertlik ederek el kaldırdım!

      Aydın’la vedalaşmamıza hepi topu iki gün kaldığında -bu memuriyet sınavına hazırlandığımız dönemin en telaşlı zamanıydı- avanak gibi birdenbire aklıma şöyle bir şey geldi: Yıllar sonra da olsa, günlerden bir gün, gençlik yıllarının maceralarından konu açıldığında -herhalde benimle görüşmeye devam eden biri de olacak ki- öğrenciyken şehirde birini dövdüm mü yoksa dövmedim mi diye soracaktı! Sorunun; kavga etmekle ya da dayak yemekle alakalı olabileceğini nedense o sırada hiç aklıma da getiremedim. Bence kimliğim hakkında bu da az şey söylemiyordu.

      Nasıl olur da şehirde beş yıl boyunca öğrencilik yapıp, sonunda buradan bir adam dövmeden gideceksin! Bazen bu tarz şeyler yüzünden insanlara az değer veren de bulunmuyor değildi hani! Daha insanları boş beleş konuşturup dinlemenin tadından bahsetmiyorum bile. Bir bakmışsın ta nereye kadar merak etmişler, sevdiğin biri filan oldu mu yoksa olmadı mı? Eğer “Yok,” dersen, demek ki uğursuzun birisin, o kadar fırsat varken sağına soluna bakmadan zamanını boş yere öldürdüğün için Allah akıl fikir vermeliydi! Gamzeli sevgililer arasında beş yılı boşa harcamak akılsızlık değil de neydi!

      Vaktiyle kendimden büyüklere; bunun gibi soruları ben de az sormamıştım: Ne nasıl olmuş, mesele nerede başlamış, nerede bitmiş, en sonunda ne yaşanmış filan! Başka bir deyişle uzun süren öğrencilik hayatı ve onun maceralarla dolu keşmekeşliklerine dair, her türlü anı…

      Beni çılgına dönderen şey de süt kuzusu lafının üstüme yapışma korkusuydu: Niye sesim çıkmayacaktı ki! Maharetini göstermek çok mu zor şeydi?! Kafayı çalıştırma konusunda çoğundan kötü olmadığını da ispat etmek gerekti…

      Özetle: “Ya bahtım, sen yardım et!” diyerek kendimi topladım ve kimseye haber etmeden, itip kalkarak ekmeğini çokça yediğim zavallı dostumun on dokuz numaralı odasına yollandım.

      (…) Kavganın ardından oturup her şeyi soğuk kanlılıkta yeniden ölçüp biçtikten sonra düşünmeden hareket etmemin tek kesin sebebini; kurbanımın uzakta değil, burnumun dibinde olduğuna bağladım. Aydın! Başka kim olacaktı ki! Boyu benden küçük, cüssesi cılız, üflesen yıkılacak, kendisi de çıt kırıldımın biri… Korkak olsa da bir keresinde gece yarısından sonra en son film seansından dönerken, yok yere ite köpeğe bulaşıp gereksiz bir şekilde başımızın ağrıması; Aydın’ın zekası yüzünden vuku bulmuştu. Onun böyle yanları da vardı. Hem de haddinden fazlaydı. Belki de korkaklığı ve gereksiz dikkati onu böyle gözü pek bir hale evirdi diye kanaat ettim, kavgamızdan sonra.

      Artık beşinci yıla geliyorduk, öğrenci yurdunda yan yana odalarda komşuyduk. Burada kalanların birçoğu her sene değişiyor, kiraya filan gidiyor olsalar da cephesini son ana kadar terk etmeyen askerler gibi, yoksulluk da bizi kendi mevzimizde canla başla kalmaya mecbur etmişti…

      “Kalk ayağa!” Yukarıdan konuşmuş olmamdan huylanan Aydın bana gözünün ucuyla baksa da başka bir şey düşünmemek için başını iki eliyle tuttuğu kitaptan kaldırmadı ve güle güle benim ses tonumu taklit etti:

      – Lanetle damgalanmış acılar ve köleler dünyası!

      “Dedim ki kalk ayağa!” Bir iki dakikalık ömrü kalan dostluğumuzun bu son anlarında, durumun ne kadar kötü olduğunu hiç olmazsa bu kez anlasın diye ellerimi ovuşturdum. Birden üstüne atlamam, ona ansızın vurmam da bu yüzdendi. Doğrusu, ben de hiç buna hazır değildim ama ne saklayayım, o anlarda ne kadar acımasız olsam da onun kendisini savunmasını ümit ediyor, bana karşılık vermesini bekliyordum. Kendimi kaybedeyim sonra onun pestilini çıkarayım, nasıl derler, savaşımız gerçek bir gladyatör kavgasına dönsün istiyordum. Yoksa bir tokatla ne olacaktı! Bunun adına adam dövmek mi derlerdi?! Bu arada öfkelenmeden, çığırından çıkmadan birini dövmek de meğer öyle böyle bir şey değilmiş. O gergin anlarda öğrendim.

      “Sen rezil bir adamsın!” diye kükredim birdenbire.

      “Ben rezil bir adamım!”

      Ne olup bittiğini önceden hissettiği için dalgayla karışık samimi bir halde onayladı