büyük bir sokaktan aşağıya doğru ilerlemeye başladılar. Gördüklerinin hepsi de Kabıl için yeniydi. Mallarını ıslıklar çalarak süren adamlar, tarladan henüz gelmiş at arabasını durdurup kapısını gıcırdatarak açmakta olan çiftçiler, dirgenleriyle ot toplayanlar, her bir avluda birbirleriyle yarışırcasına gıdaklayan tavuklar, sokaklarda oraya buraya koşuşan kaz ve ördekler, arıktaki çamurun içinde ağnanan iri domuzlar…
Bu şekilde yol aldılar. Bir süre sonra sokağın ortalarındaki kocaman bir kapının önünde durdular. At arabaları kapıdan geçip ahırın yanındaki büyük ambarların önünde durdu. Bu esnada yamrı yumru görünüşlü şişman bir kadın çıkıp berikilere biraz baktıktan sonra yerden bir şey alıp içeri girdi. Bu kadın Gavril’in hanımıydı. “Benim hakkımda ne düşündü acaba” diye geçirdi içinden Kabıl. Gavril’in birkaç kızı vardı. En büyüğü dik bakışlı, yaklaşık on yedi yaşlarında. Tek erkek çocuğu Aleşa bir atın çektiği arabayla onların arkasından gelmişti.
Ekinleri hep birlikte taşımaya başladılar. Ambarın içindeki çok sayıdaki ayrı ayrı çukurların hepsi de ağzına kadar doluydu. “Bunların hepsini nereye sığdıracak?” dedi içinden Kabıl bir ara, kovayla taşıdığı ekini çukura dökerken. Atlar doyduktan sonra Kabıl haricindekiler hiç duraklamadan gece vakti yine yola çıktılar. Artık Çon-Taş’ta Gavril’in son ekinleri kalmıştı. Yarın veya ertesi gün bu at arabalarıyla Bazarbay da tamamen buraya taşınacaktı. Karısı Asılkan harmanda kalmıştı. Gavril de oradaydı.
Gavril’in yeri gerçekten de çok büyüktü. Pencerelerinin çoğu sokağa bakan beş altı odalı kocaman bir evi vardı. Kabıl yeni mekanına hâlâ alışamamıştı. Biraz önce büyük avlu kapısının yanındaki küçük kapıdan dışarıya gizlice bakarken, sokakta sendeleye sendeleye yürümeye çalışan bir sarhoş gördü. Bu sırada Bazarbay’ın giderken “Sokağa pek çıkma!” dediği aklına geldi.
İlk gece Gavril’in evinin biraz ötesindeki avlu kapısının sol tarafında tavanı basık bir evde geceledi. Bu evi görünce geçen yıl Çin’e kaçıp kışı geçirdiği bir Uygur’un evini hatırladı. Duvara gömme şeklinde yapılmış ocağa bakarak bir zamanlar Özbekler’in yaşadığını düşündü. Eşik yerle eşit olduğundan kapı zor kapanıyordu. Evin bütün duvarları isten kararmıştı. Köşelerin hepsi de örümcek ağlarıyla doluydu. Tek bir penceresi vardı. Bunları görünce Kabıl burada epeydir kimsenin yaşamadığını anladı. Bir ara köşenin birindeki delikten bir sıçan gizlice çıkıp biraz durakladı, evdeki yeni kişiyi görünce gözlerden kayboluverdi. Akşamın alaca karanlığı çökmüştü. Kabıl yatıp karanlık iyice çöktükten sonra sıçanlar evin içinde cirit atmaya başladılar.
Ertesi gün Gavril’in hanımı Nastya, Kabıl’ı çağırıp avlunun içinde iş buyurmaya başladı. Kabıl ev sahiplerinin hoşuna gidebilmek için oraya buraya koşuşturuyordu. Öbür gün de su getirmeye gönderildi. Kapının önünde duran arabada en az yirmi kova suyun sığabileceği büyük bir fıçı duruyordu. Ahıra girip bir ata gem vurdu, ambarın önünden geçerek ata hamut geçirdi, fıçıya doğru atı çekerek ilerledi. Arabayı ata bağlayıp bağlayamayacağını merak eden Gavril’in büyük kızı ona bakıyordu. Kabıl atın bel kayışını sıkıca bağlamamıştı. Bu sefer sokağa çıktığında her zamanki gibi çok korkmamıştı. Ancak yine de dikkatli davranması gerekirdi, çünkü Tüp’teki Ruslar atlı Kırgızlar’ı gördüklerinde besledikleri kinden ötürü diş biliyor, hiddetleniyorlardı. Sokakta yalnız birilerini gördüklerinde taş atıyor, ıslıklar çalıyor, küfürler savurarak öldüresiye dövüyorlardı.
Kabıl yukarıya doğru biraz yol aldıktan sonra sokağın sol tarafına düşen tepeliğin kenarı boyunca süzülen patikaya yöneldi. Bu patikanın sonundaki çukurluktan nehir akıyordu. Yol boyunca hiçbir serseriye rastlamamıştı. Sadece geri dönerken uzaktaki bir bahçeden taş atıldı. Taş vınlayarak gelirken atın yelesine eğildi, taş ise başının üzerinden geçip gitti. Bunun dışında herhangi bir şey olmadı. Aradan üç gün geçtikten sonra ekin taşıyan at arabalarıyla Bazarbay ve Asılkan gelip Kabıl’ın yaşadığı eve yerleştiler. Geçen sene de bu evde kışlamıştı Bazarbaylar.
Asılkan’ın güçlü kuvvetli gençlerden aşağı kalır bir yanı yoktu. Geniş omuzları, uzun boyu, koca gövdesi, kocaman ayaklarıyla Bazarbay’la neredeyse eşitti. İkisi yan yana yürürken omuzları aynı seviyedeydi. Sarışın, çenesi bir karış, dudakları kalın, gayretli biriydi. Sadece ot kesme işinin dışında yaptığı diğer bütün işlerde Bazarbay’a neredeyse üstün gelirdi. Bu yüzden ikisine yöredekiler “İki pehlivan” diye nam vermişti. Asılkan orakla ot keserken arkasından birinin kesilen otları bağlamaya yetişemediği zamanlar olurdu. Beş altı pud gelen teskereleri hiç zorlanmadan kaldırıverirdi.
Bununla birlikte bir şeye sinirlendiği zaman karşısındaki evliya bile olsa kendini durduramaz ve sonuna kadar kavga ederdi. Çok çabuk sinirlenen hırçın bir kadındı. Hayatın böylesi zor zamanlarında bile bazen Gavril’in karısıyla da tartışır, ağzına geleni hiç çekinmeden söylerdi. Bir gün “Kazan bayramı” denilen bayram günü gelip çatmış, kutlamalar üç gün sürmüştü. Bu bayram, güz işlerinin bittiği, kışa girildiği zaman olurdu.
– Bugün Ruslar azacak, dedi Bazarbay sabahleyin.
Gavriller bayramdan üç dört gün önceden, samogon21 yapmış, evi temizlemiş, domuz kesmiş, türlü türlü yemekler hazırlayarak büyük bir hazırlık içine girmişti. Asılkan ile Kabıl bu hazırlıkların hepsine tüm güçleriyle katılmışlardı.
Bayramın üçüncü günü Gavril’in evine allı güllü giyinmiş kadın erkek karışık birçok misafir gelip gün boyunca eğlendiler. Öğleye doğru genç yaşlı demeden hepsi birlikte coştukça coşuyorlardı. Daha sonra kalkıp sokağa çıktılar ve avlu kapısının sağ tarafına düşen açık bir yerde toplandılar. Evden çıkarken siyah gocuklu, uzun sakallı, uzun boylu biri kalabalığa katılamayıp orada bir yere yığılıp sızdı. Düşünce kalpağı da yere düşmüştü, ancak bunu hiç kimse fark etmedi. Kalabalık biraz önceki yere toplanmış, halka oluşturup ortada şarkılar söyleyerek dans etmeye başlamıştı. Yaşlıca zayıf bir kadın bir eliyle eteğini sallıyor, öbür elindeki içkiyi çalkalayarak birinin etrafında dans ederek dolanıyordu “Heyy, matuşkaaa!..” sesleri kulakları çınlatıyordu.
Kalabalık bu halde eğlenirken yanlarından akordeon çalan, ıslıklar, bağırtılar arasında tüm sokağı ayağı kaldıran gençler geçti.
II
Kara kış kapıya dayanmıştı. Zemherinin en şiddetli zamanıydı… Kabıl’ın Tüp’e, Gavril’in evine geleli beri üç ay geçmişti. Yaptığı şey, her gün sabah tanla kalkıp malları gürültü patırtı içinde sürerek sulayıp geri getirmekti. Geri geldikten sonra da yılkıları ayrı, inekleri ayrı kapatarak yemlemesi gerekiyordu. Bu sırada sanki o hiçbir şey yapmıyormuş gibi:
–Kab-ı-l! – diye adının sonunu uzatarak bağırırdı Nataşa. Kabıl dirgeni bırakıp onun yanına gittiğinde, -Ne? der, o ise, -Su getir! diye emrederdi.
At arabasını hemen hazır hale getirip büyük fıçıyı yüklenerek yola koyulurdu. Geri geldikten sonra odun kesip semaveri yakma işi beklerdi onu. Semaveri yakıp onlar yemek yiyecekleri sırada “Şimdi bunlar yemek yiyene kadar biraz dinleneyim” düşüncesiyle Bazarbay’ın kaldığı odaya gelip göğermiş ellerini ateşe uzatarak ısınmaya çalışırdı. Bir müddet sonra kazanda demlenmiş bir bardak kara çayı tam ağzına götüreceği sırada adının sonunu uzatarak onu çağıran ses yine yankılanırdı.
– Eyvah,