Rollan Seysenbayev

Kaçış


Скачать книгу

LLAN SEYSENBAYEV

      Kaçış

ROLLAN SEYSENBAYEV

      Yazar, çevirmen, yayıncı. 11.10.1946’da Kazakistan’ın Semey şehrinde doğdu. Liseyi 1964 yılında bitirdi. Aynı yıl Kazakistan Teknoloji Üniversitesi Jeofizik Bölümünü kazandı, bir yıl orada eğitim gördükten sonra Semey Teknoloji Üniversitesine geçiş yaptı ve 1969 yılında mezun oldu. 1967 yılından edebi eserleri yayınlanmaya başladı. İlk kitabı 1975’de Almatı’da yayınlandı. 1975-1991 döneminde Moskova’da SSCB Yazarlar Birliğinde Kazak Edebiyatı Genel Sekreterliği görevinde bulundu. 1994-1996 yıllarında Kazakistan Cumhurbaşkanı Danışmanı görevinde bulundu. 1995’te UNESCO’nun ilan ettiği Abay Yılı etkinlikleri çerçevesinde Londra’da Abay Kültür Evi’ni kurdu. 2000 yılında Uluslararası Abay Kulübünü kurdu. 2000 yılında Amanat Dünya Edebiyatı Dergisini ve derginin kütüphanesi statüsünde 200 ciltlik Dünya Edebiyatı serisini yayınlamaya başladı. 2005 yılında R. S. Yayınevi’ni kurdu. 2012’den bu yana Kazakistan Ulusal Farabi Üniversitesi bünyesinde Dünya Halklarının Edebiyatı Enstitüsü başkandır. Halen Uluslararası Abay Kulübü ile Amanat Dergisi Yayın Kurulu başkanlıklarını yürütmektedir. Kazakistan’da 4 üniversitedenn onursal doktora almış olup, Dünya Kültür Sanat Akademisi Üyesidir. R. Seysenbayev’in eserleri Kazakistan dışında Rusya, İngiltere, ABD, Almanya, İtalya, Macaristan, Polonya, Japonya, Küba gibi birçok ülkede de milyonlarca adet yayınlanmıştır. Edebiyat alanında hizmetleri dolayısıyla yazar Kazakistan’da defalarca devlet ve sivil toplum kuruluşlarınca defalarca ödüllendirilmiş, ayrıca dünya kültür mirasına katkılarından dolayı Polonya, Macaristan ve Küba’nın devlet nişanlarını almış, birçok ulusal ve uluslararası edebiyat ödülüne layık görülmüştür. R. Seysenbayev’in eserleri üzerine çok sayıda makale yazılmış ve birkaç kitap yayınlanmıştır. Edebiyat dünyasına giriş yaptığı ilk günlerden başlayarak Kazak edebiyatının hep ön saflarında yer almış, aynı zamanda Kazak Türklerinin toplumsal ve kültürel sorunlarına eğilmiş, bu alanda önemli katkılarda bulunmuştur. Çok sayıda hikâye, piyes, roman yazmış, güncel konularda onlarca makalesi yayınlanmıştır. 70-80’li yıllarda yayınlanan hikâyelerinde ve kısa romanlarında genellikle Kazak Türklerinin yakın tarihine damgasını vuran olaylar ile aynı dönemde yaşanan sosyokültürel değişim süreçleri işlenmektedir. Beş yıl boyunca üzerinde çalıştığı ve 1980’lerin başında bitirdiği kalın romanı Şeytanın Tahtı ise Sovyet yayın politikaları koşullarında uzun süre yayınlanamadı, ancak dönemin sonuna doğru başlatılan ideolojik yumuşama ortamında yayınlanabildi (1988). Hemen birkaç yabancı ilkede (Almanya, Finlandiya, Bulgaristan vs.) de çevirisi basıldı. Şimdilik son önemli romanı Ölüler Çölde Dolaşır ise 2006 yılında yayınlandı. Romanda olayların arka planında çağımızın muazzam çevresel ve toplumsal felaketleri yer almaktadır. Aral Gölünün kuruması ve çölleşmesi, Semey Nükleer Deneme Poligonunun çevreye verdiği ekonomik zararın yanı sıra bölgede hemen tüm canlıların geçirdiği mutasyonlar, sürekli artmakta olan küresel terörizm ve nükleer savaş tehdidi gibi konular geniş felsefi bağlamda ele alınmaktadır. Bu roman da birçok yabancı dile çevrildi ve uluslararası çapta ün kazandı.

      KAÇIŞ

      Bugün yine deniz kıyısına geldi. Tanıdık granit kayanın üzerine oturdu, funda dalından yapılmış eski piposunu sert tütünle tıka basa doldurdu ve uzun uzun ama aslında hiçbir şey görmeden denizin enginliklerine baktı. Bir şey görmüyordu, çünkü buranın uçurumlu kıyılarından, gri renkli soğuk sularından, ona yeni bir memleket olamayan bu huzursuz yöreden uzaklara götürüyordu düşünceleri onu.

      Kendi anlaşılmaz durumuna, son zamanlar tüm varlığına hâkim olan, canını sıkan ve inciten bu duruma bir ad bile bulmuştu; “bilinmezlik içinde şaşkınca dolaşmak.”

      Bir zamanlar ama çok çok eskilerde sapsarı, yavşan kokulu acıklı… Yer yer o eski yılların anılarıyla bezeli sıla hasreti arada bir içinde hafifçe kıpırdar ama dışarı çıkmaya tereddüt ederdi. Sonunda da geçmişin tamamına sırt çevirmek, onu tamamen gömmek gibi anlamsızca bir duyguya dönüşürdü. Ama tam da o an ruhunun derinlerinden bir korku… Kuşku ve tedirginlik dolu hayvani bir korku… Hatta korku bile değil, gözleri tıpkı baykuş gözleri gibi berelmiş gerçek bir dehşet boy gösterirdi. Böyle durumlarda uykudayken bağırır, iç gömleğinin yakalarını yırtar ve uyanınca da uzun uzun anlamsızca boşluğa bakar dururdu.

      Yıllar içinde bu keder kayboldu, hayat denizinde eriyip kaybolan bir tuz tanesi gibi, ama işte yeniden peydahlandı, yeni bir güçle ortaya çıktı… Artık içinde kıpırdanmakla kalmıyordu… Hayır, hayır, otoriter, kaba ve sabırsız bir tavırla kendini belli ediyordu. Yılların ağırlığı altında sıkışıp kalmış olan bulanık, belirsiz, dağınık düşünceler aniden canlanmış, ruh bulmuştu. Ve yaşlı adamın göğsüne sığamayıp özgürlüğe, ışığa çıkmak için çırpınıyorlardı.

      Artık dört duvar arasında oturması imkânsızdı. İçindeki duygular onu insanlara doğru çekiyordu ve de insanlardan uzaklara itiyordu.

      Ve bu uçurumlu sahile gelir, tanıdık granit kaya üzerine oturur, sonra aniden yerinden fırlar, sahil boyunca saatlerce durmadan yürür yürürdü, ayakları yorgunluktan titreyinceye kadar yürürdü.

      İçinin henüz huzura kavuşamadığını biliyordu. Günlük gaileler içinde ezilen yaşlı kalbinin artık bu denli çıldırmaması gerekirdi, eski yarası bu denli acıtmamalıydı ama hayır… Kalbi yerinden fırlıyor, ruhu bir yerlere can atıyor, bilinmeyen uzak yerlere akıyordu. Yaşlı adam zorlukla el salladı. Böyle zamanlarında yaşını hissediyordu; binlerce iğne batıyormuş gibi başı ağrıyor, sırtı katı terden sırılsıklam oluyor, gömleğinin altına yılan girmişmiş gibi itici bir titreme vücudunu sarıyordu.

      Israrla ve engellenemez biçimde üzerine saldıran düşüncelerle baş başa kalmaya korkuyordu. Ama bir yandan da bu yalnızlık onu çekiyordu; granit kaya üzerine oturarak, denizin ıslak ufuklarına bakıp da görmeyerek uzun uzun konuşabiliyordu. Kiminle konuşuyordu? Bu anlaşılmaz gevelemeler kime yönelikti? Kime neyi itiraf ediyor, içini kime boşaltıyordu? Bu soğuk Uzakdoğu denizine mi? Bulutları hiç eksik olmayan gökyüzüne mi? Yaşlı adam zaman zaman “acaba şeytan mı karıştı, o mu dolaştırdı beni” diye düşünmüyor da değildi. Olur mu, olur.

      Ama son günler artık bahar havası esmeğe başlamıştı, Uzakdoğu’nun nemli soğuğu gücünü kaybetmekteydi. Şehir sokaklarındaki kar alalılaşmış, erimekte olan kalın kar katmanı üzerinde hafif buğulanma görülmeğe başlamıştı. Kış aylarında gökyüzünü sıkıca kaplayan butlular seyrelmekte, aralarından zaman zaman güneş görünmekteydi.

      Yaşlı kemiklerinin güneşi özlediğini hissediyordu. İşte bu yüzden şimdi geldi canlanmakta olan doğanın ortasına kuruldu; uzun uzun esnedi, eklemlerini kıkırdatarak gerindi. Arkasına yaslanarak gökyüzüne baktı, baktı. Ama yaşlı ve zayıf gözleri güneşin parlak ışınlarına dayanamadı, yaşardı ve yaşlı adam devasa elleriyle gözlerini silerek, başını aşağı eğdi, eski piposuna yeniden tütün koydu.

      Geriye dönerken, bazen heves eder limandaki birahaneye uğrar, yangısını bir bardak ekşimsi birayla yatıştırmaya çalışırdı. Bazen de tanıdık gözlerden saklanarak, limandan uzaklaşan gemilerin peşinden uzun uzun bakardı. Bazen tren garına gider, irice çizmeleriyle gürültü çıkararak, hareket etmeğe hazırlanan trenin başından sonuna kadar yürürdü, trenin boyunu ölçüyormuş gibi.

      Dün güneş sanki tam başının üzerinde duruyordu, ama bugün sanki inadına bulutların arkasından çıkmıyordu, sanki yaşlı adamla saklambaç oynuyordu. İşte bahar bu, kızlar gibi değişken ruh haliyle. İşte batıdan soğuk ve endişe dolu bir rüzgar esti, işte deniz… Hemen dalgalandı, seslendi şırıl şırıl. Devasa dalgalar sahile abandı, martılar olabildiğince yükseklere çıktılar, oysa daha sabahleyin deniz sessiz, sakindi. Dalgalar… Dalgalar ise tembelce, hafiften ses çıkararak sahilin çakıl taşları üzerinde yok oluyorlardı.

      Yaşlı adam belini düzelterek ayağa kalktı. Sönmüş piposunu elinin tersiyle çırparak boşalttı ve süzülmüş eski paltosunun cebine soktu.

      Boyu uzundu, güçlü ve hâlâ dinçti. Kısa kesilmiş sakalında, gür bıyıklarında beyazlar, iri ve sürekli sulanan gözlerinin kenarlarında kırışıklar görülmekteydi. Kırışıklar zinciri… Kırışıklar ağı. Çoktular, çok fazlaydılar bu kırışıklar.

      Ve ruhu sakin değildi, dudakları sürekli bir şeyler mırıldanıyordu.