Rollan Seysenbayev

Kaçış


Скачать книгу

son öğütlerini, son zil sesinden önceki son talimatlarını veriyordu.

      Tren hareket etti. Genç adam kondüktörü bir tarafa iterek perona fırladı, babasına sarıldı, öptü ve hareket halindeki trene atlamak için koşmaya başladı.

      Yaşlı adamın kalbi sıkıştı, gözlerini pencereden çekti. Sıcak avuçlarıyla bardağın soğuk camını kavradı ve sırtından terler aktığını fark etti. Bardağı bir hamlede başına çekti ve yeniden doldurdu.

      “İşte yaşam” geç kalmış pişmanlık… Ve hayıflanma… Ve hüzün. Gülünecek bir durum yok, yaşanmışlıklar birer taş gibi kalbe oturmuş durumda. Gözlerini mendille silen baba… Oğlundan ayrılmak onun için zordur, acı vermektedir, ama anlaşılan artık gözyaşları da yok. Artık olmayacak da, uzun yaşamı süresinde bu çeşmeleri çoktan tüketmiştir. Garip adam… Yavruyu yuvada tutabilir misin? Ve kanatları serpilince hangi oğul yuvasından uçup gitmez ki?

      Ama Allah’ım, mutluluk denen şey de onun bir oğul olması değil mi zaten? Bırak onu, bir yerlerde yaşasın, bırak babası onu yıllarca görmesin, ama o var işte, oğul mu oğul, ciğerparesi. Bu yeterli bir teselli değil mi, ruh için bir huzur kaynağı değil mi?

      Yaşlı adam birdenbire gözlerine haince gözyaşlarının gelmeğe başladığını hissetti. Derinden nefes aldı, alnını avuçlarıyla ovaladı, ayaklarını kıpırdattı. Gözlerinden boşanmak üzere olan gözyaşı durdu: “Bugün bana neler oluyor ya?”

      Yaşlı adam etrafa göz gezdirdi. Restoran ağzına kadar dolmuştu. Akıcı, huzur verici bir müzik çalıyordu. Yer yer neşeli yer yer hüzünlü ezgiler tam da onun ruh haline göreydi. Yaşlı adam koltuğa iyice yayıldı, ayaklarını uzattı. Arkadaşlarını yolcu eden kızlar oğlanlar komşu masanın etrafına sıkışıp oturmuşlardı. Şenliğin odağında yine gitarlı o genç vardı. İşte bu güzel şarkı sesi nereden geliyormuş… Oysa radyodan geldiğini sanmıştı. Şarkılar seslensin, içimizde ümitler canlansın. Eh, ümit edilebilecek bir şeyler olsaydı bari.

      Fu… Hayır, değil, bu şarkı o şarkı değil yine de. Bozkırda atın dizginlerini gevşeterek, yavaş adımlarla ilerleyen ozanların söylediği şarkı değil. Bozkırda şarkı söylemek için kalaylı bir gırtlağa sahip olmak gerekir ki, seslenince otlar eğilsin.

      Birden başka bir ezgi, çoktan unutulmuş olan ve şimdi bir başına oturduğu restoranın gürültüsü içinde hiç beklenmedik biçimde canlanan bir ezgi yumuşakça, hiç fark edilmeden içini doldurdu. Ezgi sesleniyordu, sanki son gücünü toplayarak, sanki istemeden sesleniyordu, kayıtsızca sesleniyordu sanki… Evet, sesleniyordu, tel tel sesleniyordu. Ve birden bunun bir dombra olduğunu anladı. Bozlak… Ünlü dombracı Kerimkul’un ünlü bestesi… Evet, barut kokulu, savaş acılarının, kan ve gözyaşının sinmiş olduğu beste.

      Tar-ra-ta-a-a-a… Ama bestenin başlangıç veya sonunu değil, ortalarından bir yerleri, acı bir ağlayışın bir parçasını, bir kırıntısını hatırladı.

      Tar-ra-ta-a-a-a…

      La-a-a-a-ta-tar-a-a…

      İki tel ahenk içinde seslenmekteydi. Yakıcı bir soğuk tüyleri diken diken etmekteydi. yaralı ve yorgun ruhun çığlığı, hüngürtüsü değil miydi bu bestedekiler? Yaşlı adam kafasını silkeledi, sanki seraptan kurtulmak istedi. Ama beste kaybolmadı. Aksine büyüdü, yayıldı, her yeri doldurdu. (Be neydi böyle? Gözyaşlarının sesi böylemi? Ya da at toynaklarının? Nedir bu? Bu acıklı sesler neden var? İnsanın içini neden böylesine acıtırlar?)

      Tra-ra-ta-a-a-a…

      Binlerce süvari, güneşin yaktığı bu sapsarı ovada koşturmaktadır… Toynakların takırtısı… Sayısız ordu… Bunlar nereden çıktı? Kimin ordusudur?

      “Ya Allah”, yaşlı adam göğüs geçirdi.

      Gökbelen’e varınca

      Gökbelen’e varınca Kudaybergen göl kıyısıyla yoluna devam etti.

      Yağmur dindi. Ağır killi zemin yerini taşlık platoya bıraktı ve kızıl at adımlarını hızlandırdı. Kudaybergen büzüştü, kafasını beşmetin içine çekti, düşünceleri pek neşeli değildi. Nereye gideceği belli değildi. Kendisi bilmiyordu, başka kimse de bilmiyordu, hatta Allah bile. Kızıl at özgürce koşuyordu, süvarisi onu dürtmüyor, kırbaçlamıyordu… Ne fark edecekti ki, nereye giderse gitsin. Hiç sevmediği dizginlerin boşandığını fark eden kızıl at ise düzgün adımlarla, neşe içinde koşuyor, kısmetine düşen bu özgürlüğün keyfini çıkarıyordu.

      Yağmur yeniden çiselemeğe başladı, yeniden aysız karanlık bir gece bastırdı. Göl karardı, bembeyaz köpükleri sivri kayaların üzerine fırlatan dalgalar kıyıya çarpmaya başladı. Rüzgar kuzeyden esmeğe başldı, dalgalar hızlandı, binlerce damla göklere dığru sıçradı.

      Kudaybergen gecenin bir yarısında coşan gölün korkunç görüntüsünü hayranlıkla seyretti, ama birden yakınlarda bir yerde at kişnedi ve kızıl at kulaklarını dikti.

      Kudaybergen atını kişneme sesinin geldiği yöne doğru sürdü ve az sonra yüksek bir tepenin tam ayağına sığınmış gibi duran yalnız çadırı gördü. Önce cesurca eve doğru yürüdü; karanlıkta fark edilebildiği kadarıyla etrafta eyerli veya köstekli bir at yoktu, fakat karşısına korkunç havlamalarıyla iki devasa köpek çıktı. Kudaybergen şaşırdı, ama kendini toplayarak tam sekiz kayıştan örülü kırbacıyla köpeklerden birisine yakıcı bir darbe indirdi. Köpek şikâyet dolu çığlık atarak kıvrıldı ve yolcuya saldırma hevesinden vazgeçti. Diğer köpek ise tedbirli davranarak bir kenara çekildi ve daha fazla yaklaşmaya cesaret edemedi. Köpekler boğuk sesle ve zorlanarak havladılar.

      Uzun boylu bir adam çadırın kapılığını araladı:

      “Kim o?”

      “Ben”, yanıtladı Kudaybergen, adını vermemeği akıllıca bularak: “Ben” diye tekrarladı.

      Adam muhtemelen onu sesinden tanıdı ya da “ben” diyen bu kişinin kimliğini öğrenmek istemedi pek.

      “Lütfedersiniz” diye davet etti.

      Ve ancak atından indikten sonra Kudaybergen durumu fa-ketti.

      Kisık6… Bu ki ünlü ihtiyar Kısık’tı. Kudaybergen tör7 kısmına, saygın makama oturdu.

      “Ne içeceksin pehlivan?” sordu Kisık.

      “Ne var?”

      “Kımız, tarı koje, saumal, ayran.”8

      “Ya sen neler söylüyorsun?” bir köşeden Kisık’ın karısı seslendi.

      “Eee, ben unutmuşum, bunların hepsi gündüz vardı. Ama şimdi anlaşılan sade su kalmış”, diye yanlışını düzeltti Kisık ve kibarca sordu: “Güzel bir ister misin?”

      Kudaybergen gülümsedi. Kisık öyle bir insandı ki, bu tür insanlara kırgınlık duymak günahtır. Bu garip ihtiyarla ilgili sayısız efsane ve rivayet vardı. Aksi, sadece kendine güvenen, neşeli ihtiyar anlaşılan bu karışık dönemde de alışkanlıklarını değiştirmemişti.

      “Aiz Kisık”, Kudaybergen neredeyse yalvaracak oldu: “Canımı alma, ne varsa ver işte”.

      Söyledi ve ayaklarını uzatarak keregeye9 yaslandı; at sırtında uzun bir yol gelmişti, vücudu yorgunluktan kırılıyordu.

      “Misafire her önüne geleni veremezsin, pehlivan” diye Kisık itiraz etti: “Bugün artık böyle yat,