Rollan Seysenbayev

Kaçış


Скачать книгу

hayvanlarımızı yağmalamak için öylesine acele ediyorlardı.”

      Bizimkileri de aldılar mı?”

      “Bizimkiler yerindedir.”

      “Aferin karıcığım.”

      Aklime tek ineklerini bile beyazların aldığını, hayvan adına evde sadece bir keçi ile yavrusunun kaldığını kocasından saklamanın iyi bir şey olup olmadığını düşünmeğe fırsat bile bulamadı, ancak kocasının takdirine karşılık başını aşağı eğdi.

      “Aferin, aferin” sevindi Kudaybergen, ama birden sanki kendine geldi: “Ya şimdi obada yabancı var mı?”

      “Hayır, yok. Şimdi oba dediğin nedir ki? Sade adı kalmış. Halkın yarısı Çin’e gitti.”

      “Evet, böyle işler”, belirsizce söyledi Kudaybergen. Yanındaki çuvaldan kocaman bir antilop budu çıkardı: “Bu sizin, pişirir yersiniz, yine biraz katkı olur.”

      Aklime memnunlukla başını salladı yarı karanlıkta. Kocasının önüne bir kâse ayran ve bir parça pide koydu. Kudaybergen hepsini hızlıca bitirdi, kafasını omzuna yaslamış duran karısına yeniden sordu:

      “Başka ne haberler var? Benimle ilgili ne diyorlar?”

      Seni aradılar? Melise5 evin yanı başında nöbet tuttu ama şimdi bıraktılar. Seni yakalarlarsa ne yapacaklar?”

      Adam sıradan bir ses tonuyla sorulan bu korkunç soruyu duyunca ürperdi. Bir de derler ki, fakir fukara hükümeti halktan yanadır. İşe bak. Onu neden yakalamak istiyorlar ki? Artık kaç günden beridir evinden kaçmış, saklanmak zorundadır. Ne yani o bir zengin mi? Ya da molla mı? Eski rejim zamanında bölge ağasının hayvanlarına çobanlık yapmak dışında ne gördü ki? İlk ateş açtığı için suçlu mu? İki yiğit silaha sarıldı mı, silahların ateş alması lazım. Ateş ettiği yiğit kızıl askermiş, nerden bilecekti, bu suç mu? Neden ona saldırdılar ki? Huzurunu ve rahatını neden kaçırdılar ki?

      “Olsun, önce bir yakalasınlar da” diye terslendi: “Nedense pek beceremiyorlar. O zaman bakarız ne yapacaklarına.”

      Aklime korktu, ona sarıldı ama kocası sakin gibiydi. Sadece bıyıklarının uçları titriyordu.

      “Beksultan’ın adamları geldi. Seni sordular. Beksultan senin nerede olduğunu öğrenmelerini buyurmuş.”

      “Ama Beksultan burada mı?” Kudaybergen şaşırdı: “Ben onun çoktan Çin’e geçmiş olduğunu duydum.”

      “Önceki gün bir adamı geldi” az sonra söyledi Aklime ve aniden sessizce ağladı: “Onu çeteci diyorlar… Kasabada aktivistleri öldürmüşler.”

      “Dur kadın” sabırsızlıkla dedi Kudaybergen ama kendisi düşünceye daldı. Kasabadaki aktivistlerin çoğunu tanırdı. Hepsi de kendisi gibi fakirlerdi.

      “Sonunda bu yeryüzünde haklı kim haksız kim?” Kudaybergen bu soruyu karısına bile sormak istedi, hatta yüzünü ona döndü ama son anda durdu: “Karı işte… Ona ne denir ki? Saçı uzun aklı kısa.”

      “Yatak açayım mı?”

      “Aç, yatmak zamanı”, dedi ve düşündü: “Yine de benim Aklime çok iyidir. Müşfiktir, düşüncelidir. Ağlamadı, zırlamadı, kaçmak zorunda kaldığımda eteklerime yapışmadı. Eve iyi bakmış, çocuklar pırıl pırıl. Ya ben? Ben neyim? Koşullar böyle olmasaydı yalnız kurt gibi dağlarda dolaşır mıydım? Evimi bolluk içinde tutup, karımı çocuklarımı sevindirmez miydim? Ah insanlar, Kudaybergen’i ne yaptınız?”

      Yatak için yorganları açan, yastıkları çırpan karısının yumuşak hareketlerini severek izledi. Çoktan unutulmuş zarif bir duygu yeniden onu esir aldı, vücuduna bir sıcaklık yayıldı. Onu hiçbir zaman şimdiki yalnız ve zor günlerinde olduğu kadar özlememişti.

      “Yardım et, çizmelerimi çıkarayım”, diyecekti ki, aniden durdu: “Duyuyor musun?”

      “Ne var?” Aklime kulak kabarttı: “Bir şey yok… Yağmur yağıyor… Damlalar…”

      “Dur… Duyuyor musun? Takırtı var. Atlar.” Yerinden fırladı, kepeneğini sırtına aldı, silahını kaptı.

      “Bırakma? Bizi de yanına al”, sessizce ağladı karısı.

      Kudaybergen sertleşmiş eliyle onun ağzını kapattı.

      Atların ayak sesleri sürekli yaklaşıyordu. Şimdi artık Aklime de duyuyordu bu sesleri. İşte hayat… Bir elde silah, diğerinde boş bir hurç, karısı omzuna asılmış, çocukları dünyadan habersiz yataklarında, terk etmek zorunda kaldığı öz evi… Ve zifiri karanlık gece, yağmur, atların korkunç ayak sesleri… Karanlık, değersiz, amaçsız bir yaşam.

      “Elveda Aklime. İnşallah yine gelirim. Benimle ilgili bir şey söyleme. Çocuklara iyi bak.”

      Sessiz ağlayışını bastıramayan kadın eşikte donup kalmıştı.

      Atını bırakmış olduğu çalılıklara saklanan Kudaybergen yeniden etrafı dinledi ve eyere zıplayarak, küheylanın yelesine eğildi… Atlı bir grup tepeden obaya inmekteydi.

      “Ne demeli, iyi saatte olsunlar”, içinden diyerek gülümsündü, çukurlar ve tümseklerle dolu başka bir yoldan çekip gitti.

      Yağmur aynen devam ediyor, aralıksız yağıyordu; giysileri de eyer de yeniden sırılsıklam ıslandı. Az önce içini ısıtmış olan ev sıcaklığından eser bile kalmadı.

      Öz evi…

      Aklime…

      Çocuklar…

      “Sonunuz nasıl olacak, canlarım benim.”

      Eyerde dik durup, yüksek sesle küfretti:

      “Bok yakalarsınız beni” diye bağırdı. “Mallar sizi… Sizden kaçtım ve yüz kere daha kaçarım, iyi belleyin bunu. Yaşadığım sürece size teslim olmam” diyerek yemin etti. Sonra fısıldadı: “Ah bu köpekçe yaşam.”

      Gökyüzünü hedef alarak ateş etti. Ateş sesi yıldırım gürültüsünden önce geldi ve uyku sersemi oba yerinden silkindi.

      Yağmur ise aralıksız yağmaktaydı.

      Ne başlangıcı vardı ne de sonu.

* * *

      Yaşlı adam evinde dolambaçlı yoldan geldi.

      Telgraf direğinin altında durdu, cebinden piposunu çıkardı ve yeniden tıka basa sert tütünle doldurdu. Özenle, sonuna kadar doldurdu.

      Kenardan bakıldığında hiç acelesi yoktu. Yol boyunca ara sıra karşısına çıkan insanları bile sanki görmüyordu. Bir tayfa kendisinden kibrit istedi. Yaşlı adam kibrit kutusunu uzattı ve yoluna devam etti.

      “Ey, dede, kibriti al”, diye peşinden bağırdı tayfa, ama yaşlı adam arkasına bakmadı bile.

      Tayfa şaşkınlıkla omuzlarını silkti, tam çekip gidecekti ki merak etti ve dönüp geriye baktı. Yaşlı adam caddeyi geçiyordu ve neredeyse kamyonun altında kalacaktı. Şoför oturduğu yerden azacık dışarıya sarkarak, el kol hareketleriyle adamı tehdit etti ama yaşlı adam bu enerjik hareketlere aldırmadı bile– düzgün adımlarla yoluna devam etti, şoförün küfürleri havada kaldı. Tayfa bir eliyle kız arkadaşının omzuna sarıldı, sigara tuttuğu öteki elini şakağının üzerinde gezdirdi: “Babalık bir miktar o söz galiba” dedi.

      Kız bu sözlere gülümsündü.

      Bu arada yaşlı adam tren garının küçücük restoranına geldi, en uzak köşedeki masanın arkasında koltuğa kuruldu. Pencereden bildik gar manzaralarına göz attı;