Mevlüd Süleymanlı

Göç


Скачать книгу

kanları akıyordu. İmir, yavaş yavaş uyanıyor, yatağından kalkıyor, sanki yalnız maviye çalan ve iri iri açılmış gözleriyle değil de bütün bedeniyle görerek dünyanın üzerinde yürüyordu.

      Birinci Fasıl

      -İmir! Uyan kurban olayım; uyan, rüyadır bu!

      Kardeşinin sesi başka dünyadaymış gibi İmir’e ulaşamadı. Ninesinden yana gitti. Ninesi de, kardeşi de, evleri de, evlerinin duvarları da, dışardaki gecenin karanlığı da renk içindeydi. Hortum yine İmir’i de alarak burulup burulup patlamıştı: Kana benzer bir renk akıyordu. Bu taraftan baktığı şeyin öbür yanı görünüyordu. Ninesi de, kardeşi de, duvarları da, dışardaki gecenin karanlığı da şimdi gök rengindeydi. İmir şimdi ninesini, kardeşini, evlerinin duvarlarını geçerek ayaklarının ucunda kan yumuşaklığı ile dünyada yürüyecekti.

      –Dokunma, sarsma!

      Ninesi fısıltıyla, “Özürlü etme ey Tanrı’m, bu öksüzü gülünç etme!” diye dua ederek İmir’in yüzüne üfledi.

      İmir’in yüzünde, kendinden çok çok yaşlı bir tebessüm vardı. Bu, tebessüm de değildi aslında. Sırra, sihire benziyordu. Kardeşi de İmir’in yüzünde beliren bu sihirden korkmaya başlamıştı. Bu sihir İmir’in yüzünden boşalıp irileşmiş, büyümüştü. Gözlerinden taşıyor eve, evin duvarlarına, pencerelerine, pencerelerden o tarafa geceye, ninesine, ninesinin dualarına bir perde gibi çöküyordu.

      –Su, su, İmir! Su iç anam babam!..

      Gözleri, ninesinin başının üstünden pencereye takılmıştı. Bu, boşalıp büyümüş altı yaşındaki çocuk gözleri, pencereden gecenin karanlığını emiyordu.

      –Gel, gel, kurban olayım, (İmir’in elinden tutup sedirden indirdi).

      –Bismillâh de. Vurma, kendi ne zaman uyanırsa bırak o vakit kendine gelsin. Gel, gel, su içiyor musun? Su, su, İmir su!

      Bu sesler de hava gibi İmir’e dokunuyordu. “Su, su, İmir su!” Ninesinin sesi de serinlete serinlete gözlerinden içeri doluyordu. Evin direğinde lamba asılıydı, altından hava gibi süzülerek geçtiler. Lambanın ışığı titreyerek söndü. Odaya zifiri bir karanlık çöktü. Ama bu durum İmir’i hiç de etkilemedi. Elleriyle görerek kapıya doğru yöneldi. Kardeşi korkulu bir sesle ninesine seslendi.

      –Ninee!

      –Işığı yak, korkma..!

      İmir, ışık yanasıya kadar odanın zifiri karanlığında, ninesini de kap kacağın, giyim kuşamın içerisinden geçirerek kapıya götürdü. Kardeşi ışığı yaktı. Hürü kadın leğene su doldurup kapının ağzına koymuştu. İmir’in ayakları suyu hissetti ve leğenin yanından uzaklaşmak istedi.

      –İmir yüzünü yıka, yıka derdini alayım. Yıka! Hay seni doğuranın karnı yırtılsın! Seni bana dert doğurdu. Tanrı da derdi çekene veriyor…

      Eğilip İmir’in ayaklarından yapıştı:

      –Koy ayağını leğene, koy!

      İmir’in ayakları, suyun korkusuyla ninesinin kucağında titriyordu.

      –Bekil, gel şunun ayaklarını suya daldır, gücüm yetmiyor yine elimizden kurtulacak.

      Bekil geldi, yardımlaşıp İmir’in ayaklarını suya daldırdılar. İmir, ürpererek uyandı. Ayakları ağırlaşıp leğene girdi. Canı dünyayı terk etti sanki. İri iri açılıp boşalmış mavi gözleri doldu. Altı yaşındaki bir çocuğun gözleriyle bakıp kardeşini gördü:

      –Nereye gidiyoruz, ayyam?1 dedi.

      Leğenden çıkarak ninesinin kucağına sokuldu. Alttan yukarıya ninesinin yaşlılıktan köhnemiş, kırışmış yüzüne baka baka, yeniden uykuya daldı.

      Rüyasında fırtınasız, hortumsuz yemyeşil sakin bir mera gördü. Gök de yeşildi, güneş de. İmir’in kanadı yoktu, ama kol larıyla yeşil gökte kuşlardan da güzel uçuyordu. Yemyeşil gökte İmir’le birlikte yeşil karartılar da uçuyordu. Her yere sessizlik hâkimdi. Ne ses vardı, ne de gülüşme. Ama İmir bu yeşil karartılarla konuşuyor, gülüyordu. Aslında ne ses vardı ne de gülüşme, ancak muziplik yapa yapa sanki fısıltıyla konuşuyorlardı. İmir’den başkasının bilmediği bir oyundu bu. Ninesi bahçede başörtüsünü sallıyordu. Ninesinin de sanki sesi yoktu. Ama İmir ninesinin ne dediğini duyuyordu:

      –Gel İmir, gel, bu gün perşembedir yemek asmışım. Gelin penceremize konun. Gel, gel yanındakileri de getir.

      Köyün bütün evlerinin bacaları tütmeye başladı. Bütün evlerde yemek pişiyordu. Yeşil semaya, yeşil güneşin altına yemek kokusu yükseliyordu. Yeşil yeşil karartılar yemeğin kokusunu duyup köyün üstünde bağırışıp çağırışıyorlardı. Ama bu haykırtılar da sessizdi. Oradan da havalanıp uçarak gelip pencerelerinin önüne kondu. Ninesi yazmasının üzerine oturmuş, ocağa üflüyordu. Ocak iri bir göze dönüşerek yanıyordu. Bahçelerine kaplar, kepçeler dizilmişti. Hürü kadın bu kepçelerle, kaplara herkesin payını koyarak dua okuyordu. Birden ocağın gözü büyüdü, nefes ala ala İmir’e doğru geldi, sonra kocaman bir ateşli göz çevrilip döndüğünde İmir gözlerini açtı…

      Tan yeri ağarıyordu. Dışarıdan bir dünya dolusu kuş sesi geliyordu. Kardeşinin göğsüne sığınıp yeniden gözlerini yumdu… Yine aynı yeşilliği, merayı gördü. İnsanın beline kadar yükselen otlukta Saraç ile Begüm kız kucaklaşmıştı. Biraz ötede ayakları dizden kesilmiş komşunun eşeği hem otluyor, hem de yeşil otlar üzerinde kanlı bir iz bırakarak yamaca doğru tırmanıyordu. Saraç, otluğun içinde İmir’i gördü, kamçısını fırlatıp İmir’in ayaklarından yakaladı, çeke çeke götürüyordu ki, İmir uykusunda hıçkırdı; hıçkıra hıçkıra da uyandı…

      Gün başlamıştı. İmir kalkıp dışarı çıktı. Güneşli bir gündü. Ninesi hakikaten ocağa kazan asmış ocağın küllenmiş közlerini entarisiyle yelleyerek canlandırmaya çalışıyordu. Bekil, koyunları ağıldan çıkarıyordu. İmir’i görünce güldü:

      –Nereye gidiyordun yine?

      İmir hiçbir şey anlamadı. Bu soru artık İmir için hiçbir şey ifade etmiyordu, çünkü kaç yıldır ninesi de, kardeşi de sabah olunca böyle sorarlardı: “Gece nereye gidiyordun?”

      Evin eşiğine oturdu, kapılardan başlayarak göz alabildiğine uzanan yeşilliklere baktı. Her şey aşina idi. İmir bu yeni başlayan günü gece görmüştü. Ninesinin etekleriyle tutuşturduğu ocağı da, ocağın üzerindeki kazanı da görmüştü. Ama hangisinin rüya, hangisinin gerçek olduğunu bilmiyordu. Kocaman gökyüzünü de kendi içinden duyuyordu.

      –Nine!

      –Can!.. Bu gece de bırakmadın uyuyalım.

      –Oral emmi yine gelmedi, değil mi?

      –Hayır, gelmemiş, kadan2 alayım, gelecek.

      İmir’in, Oral emmi dediği Karakelle Oral bundan iki yüz yıl önce obadan ayrılan birisiydi. Hâlâ da yolunu gözlüyorlardı.

      –Cumaakşamı3 nedir nine?!

      Kadın hayretle İmir’e doğru geldi, saçından öpüp yönünü yeni yükselmiş güneşten yana çevirdi.

      –Şükürler olsun yarattığına ey Allah’ım! Sana kim söyledi kadanı alayım, nereden biliyorsun bunu?

      –Dedeme yemek pişiriyorsun da.

      –Amanın!..

      Korku