Mevlüd Süleymanlı

Göç


Скачать книгу

Biraz ötedeki ırmağın suyu, otlakları, gülleri, çiçekleri büyüte büyüte gökyüzünde kuşların, yeryüzünde atların, sürülerin, insanların sesini yıkaya yıkaya akmaktaydı. İmir bu sefer bütün bunlardan habersizdi. Yeryüzüne zifiri karanlık çökmüştü. Hürü kadın, suya yalvara yalvara ırmağın kıyısıyla yürüyordu:

      –Yavruma yardımcı ol, ey bu suyun nuru!

      İmir’i sedirin üzerine uzatmışlardı. Hürü kadın otları, çiçekleri ezip suya karıştırdı:

      –Kaldır, içsin. Yoksa kendine gelemeyecek.

      Bir yudum su içirdiler. Hürü kadın zayıf, uzun parmaklarıyla İmir’in vücudunu ova ova ağrıyan tarafını arıyordu. Bir yudum su İmir’in damarlarında akarak bütün vücûdunu dolaştı. Gözlerini açıp sanki dünyanın öbür tarafından buraya, ağabeyine baktı… Su sesine benzer ipince bir sesle sordu:

      –Nereye gidiyoruz, Ayyam? Birdenbire yüzü morardı, haykırıp ağladı. Hürü kadın:

      –Kırığı var, dedi. Kaldır sırtıma bir bakayım neresidir.

      Kadın İmir’i sırtına aldı, yeniden sedire uzattı.

      –Çocuğun kolu kırılmış, koş Çırpanevine. Ortadaki yoldan git ki, Kanıkevi görmesin, seni de vururlar. Barışmışa benzemiyor derin gitmişin çocukları6.

      Bekil kapıya doğru gitti. Direkte babasının beşli tüfeği asılıydı. Silahın sesini duyar gibi oldu. Bekil’in içinde sıkılan bu kurşun, İmir’in yamaçta gördüğü Saraç’ın atından çıkıp da gözden kaybolmaya çalışan, ancak bir türlü bundan kurtulamayan atlar gibiydi. Bekil’in içinde mermiler patlıyordu, ancak ne kendileri vardı ne de sesleri.

      –Bırak onu, kadan alayım. Görüyorsun ki, üçümüz kalmışız. Onlar çoktur kurban olayım. Çırpanevine kadar git Aşahanım kadını getir.

      Güneş batmak üzereydi, onun için ortalık yer yer kararmıştı. Köye belki de Bekil’in duyduğu sıkıntı çökmüştü ki, bu sıkıntı da açıkça Begüm’ün verdiği sıkıntıydı. Bekil bir an, niçin evden dışarıya çıktı, nereye gidecekti, kimi çağıracaktı unuttu. Begüm’ün Kanıkoğlu’yla kaçması birdenbire her şeyi altüst etmişti. Soğuk rüzgâr mı esiyordu ne idiyse, gök, ağrıya benzer bir uğultuyla uğulduyordu. Bekil’in de içi yanıyordu.

      Yazıdan çocukların haykırışı duyuldu. Umut idi, yanında da Hırda’nın çocukları bağıra çağıra köye doğru koşuyorlardı. Çocukların haykırışları Saraç’ın kamçısının sesi gibi köyün sıkıntılı havasında sızlaya sızlaya, yayılıp eriyordu. Her şey ürperti içindeydi. Yalnız Bekil’in sürüsü ürken yılkıların, cıvıldaşan kuşların, şaşıran adamların arasında yeryüzünün en büyük rahatlığıymış gibi Akçallı’nın yamacına yayılmış otluyorlardı. Çocukların sesi yaklaşıyor, yaklaştıkça da parıltılı bıçaklar gibi köye batıyordu.

      –Domrul emmi eşeğin ayaklarını kesti!

      –Domrul emmi Kızbes teyzenin merkebinin ayaklarını kesti.

      Haber Bekil’i fazla şaşırtmadı. “Dediler ama, sabah mıydı, dün müydü dediler, kimdi? İmir…” Bekil her şeyi yeniden hatırladı. Begüm’ün sabah sabah dediği sözler, İmir’in merkebi görüp korkup ağlaması, sonra Saraç, İmir’in kırılmış kolu…

      –Kollarının ikisini de kıracağım, köpoğlusu, kırmazsam Karakelle oğlu değilim!

      Bekil’in kanı ayaklarından itibaren başına kadar ısına ısına yükseldi, başında kurşun sesine, değnek sesine, kamçı sesine dönüp uğuldadı. Kanı patlayıp çıkacak yer arıyordu, vücuduna sığmıyordu.

      Çocuklar varıp geldiler. Köyün yediden yetmişi hepsi toplandı. Her biri bir tarafta çocukları konuşturup bilgi alıyordu. Kimisi inanmıyor, kimisi korku uyandıran, kimisi de alaylı sözler sarf ediyordu:

      –Domrul, Begüm’ün öcünü merkepten almış!..

      Sonra Domrul göründü. Önünde ayaklarının dördü de dizlerinden kesilmiş Kızbes kadının kara eşeği köye yaklaşıyorlardı. Eşek sık sık tökezleyip devriliyordu. Domrul merkebi yeniden kaldırıp kesik ayaklarının üzerinde doğrultuyordu, İmir rüyada nasıl görmüş idiyse öylece merkebin ayaklarından dökülen kan çimenlik boyunca iz bırakıyordu.

      Kızbes kadın, kapıdan çıkıp eşeğine doğru koştu. Onun koştuğunu görenler de peşinden koştu.

      Deli Domrul küçük el baltasını kemerine geçirmişti, eşeğin ayakları kucağındaydı. Yüzünde ve gözlerinde garip bir sevinç ifadesi vardı, sanki bu ifade küçücük bir çukurda birikmiş dupduru pınar suyuna benziyordu. Bu sevinç, Domrul’un yüzüne sinmiyordu. Gülüyor gülüşünden, bakıyor bakışından korkuyorlardı. Onun için kimse yaklaşamıyordu. Merkep yıkılıp boylu boyunca çimenliğe uzandı. Domrul eşeği yine kaldırmak istedi, ancak kaldıramadı. Güldü, gülüşü boş olduğu için, manasız olduğu için korkunçtu:

      –Ayaklarını kesip kısalttım. Böyle iyidir, dedi.

      Kızbes kadın hışımla küfrede ede yerden taş alıp Domrul’a yağdırmaya başladı…

      –Deli köpoğlu, kudurmuş itoğlu!

      Taşın biri Domrul’un çenesine isabet etti. Domrul önce bir şey anlamadı. Elini çenesine vurdu, başını kaldırıp kalabalığa baktı, baktı, birden merkebin ayaklarını hayvanın üzerine koyup baltasını kemerinden çıkardı, Kızbes kadına doğru hücum etti.

      Toplananlar korkuyla bağırışarak dağıldı. Bekil baktı ki, Domrul kadını yakalayacak, koşup önünü kesti. Eşek can çekişiyordu. Domrul için artık herkes Kızbes kadın idi. Eşeğin kanına batmış baltasını indirdi. Bekil kolunu kaldırdı, baltanın sapı Bekil’in koluna deyip Domrul’un elinden düştü. Bekil Domrul’un boğazından yapışıp sıktı, Domrul yavaş yavaş gücünü kaybederek Bekil’in ayakları altına serildi.

      Yirmi yıldır ağrının ne olduğunu bilmiyordu. Önce boğazı ağrıdı, sonra başı ağrıdı, kalkıp dizi üzerinde durdu, gözlerini yere dikip gülümsedi. Kuru toprak gibi çatlamış, yanmış kuru suratında ağrı dolaşıyordu. Ağrı Domrul’u su gibi yıkıyordu. Ağrıyı sonra yüreğinde duydu. Elini kalbinin üstüne koydu, bir şeyler söylemek istiyordu. Demek istiyordu ki; “Beni ağaca bağlayanlar Kanıklardı”. Dili kelimeleri budayıp döktü, karma karışık sözler birbirine karıştı…

      Köylülere kalsa Domrul’u delirten gücüydü. Bir çift at Domrul’un yapıştığı arabayı yerinden kımıldatamazdı.. Hayvanların aşık kemiğini eliyle kırardı. Kaba dikişli gömleğini ellerine sararak değirmen taşını durdururdu. Atı omuzlarına alıp on adım götürürdü. Deli Domrul bu şekilde herkesi neşelendiriyor, halk da ona bakıyordu. Her öğünde otuz yumurta yer, bir sarnıç ayran içerdi. Yaşlıların dediğine göre Karakelleler’de böylesi erkekler çoktu, ama deli değillerdi.

      Domrul’a köpek havlamazdı. En azılı köpeklerin boynundaki zinciri açar, düğümlü odunları parçalar, ormandan her atın çekemeyeceği tomrukları, kütükleri sürükleyip getirirdi. Ancak arada bir böylesi krizleri tutardı. Eline geçen köpeklerin kulaklarını, kuyruğunu kökünden kesip bırakırdı. Yüzünde gözünde buz gibi bir soğuk gülüşle köpeğin ardınca köyü dolaşırdı.

      –Böyle iyidir, it böyle olur…

      Domrul yavaş yavaş uyuşukluktan kurtuldu, kalkmak istedi, başını kaldırıp alttan yukarı