yaparak rahatladılar,
Ne varsa hepsini aldılar.
“Han var mıdır?” diye sordu,
Hayatı bana benzeyen?
Kalabalık içinden bir yaşlı kadın,
Kalktı ayağa yerinden,
Eteğiyle silerek bastonu.
İleriye yürüdü atarak birkaç adım,
Üç defa derin of çekerek,
Ağladı etrafına bakıp üzülerek.
Ayağa kalkan kadına,
Tüm halk baktı dikilerek.
Yaşlı kadın işaret etti,
Kişiyi asan darağacına.
“Han ile dardan korkarak,
Yüreğimiz yaralı.
On yedi oğlum var idi,
İki canım asıldı.
Bir tek kadın ben değil,
Merhametli han sen değil.
Seksen beşe ben geldim,
Yetmiş üçe sen geldin.
Han olduğun günden beri,
Beş yüz sefer tertip ettin,
Yaşlıları ağlatarak,
Yeryüzünü yara ettin,
Sen de bana benzedin.
Birazcık huzur yaşatan,
Sırtımızdan yük kaldıran,
Ölüm gelip te ölmedin.
Sen ise yalnızsın, oğlun yok,
Arkandan adını çıkaran.
Konuşmaya dermanın yok,
Yoktur kimse sana ağıt okuyan.
Ant içmişim halkın önünde,
Konuşurum bugün diyerek,
Düşmana sürdün eninde,
Halkın öz evladını seçerek.
Kesemezsin dilimi,
“Baş kesen han, Bozayhan!”
Denen unvana sahip oldun,
El alem tarafından bilindi.
Yeryüzündeki hayatlar,
Sen öldüğünde sevinir!
Benim gibi bedbahtlar.
Ağlamaz o gün dirilir!
Evlatları yok ederek,
Duruyorsun sevinerek.
Sana niye diyelim yahşi,
Senden iyidir hayvanlar vahşi.
Hayatında kana doymadın,
Adetinden vazgeçip te durmadın.
Bunları diyerek ben bugün,
Ölürüm diye düşündüm.
“Başımı kes!” diye önüne,
Başını eğdi o kadın.
Hayasız han Bozayhan,
“Kadından ben utandım”,
Diye düşünceye dalarak,
Başını kestirmedi,
Kadından utanarak.
“Daha iyidir bundan da,
Ecelin gelmesi şu anda.”
Döndü evine kaygı duyarak,
Sevincinden sultan ayrılarak.
On iki karısından birisi,
Konuşmaya yeltenmedi.
Han gönlünü rahat tuttu,
Zenginliği çok, eli çok,
İstila ettiği yeri çok.
Sahip olduğu toprağına,
Halklar söz eder varlığına;
“Bozayhan’ın malları!”
Saraydaki altınları,
Hesabı yok, sayısı çok.
“Hanlığı kime kalır?”
Diye içine bir kor düşer.
“Zenginliği kim alır?”
Diye içine bir kurt düşer.
Çokların önünde konuşan,
Hanla yaka paça olan,
O yaşlı cadı kadının,
Sözleri yine rahatsız eder.
Oturuyordu han kaygı duyarak,
Mutluluğundan ayrılarak.
Altın hazine var sarayda,
Ölü mallar az değil orada.
Altından zırhı var üzerinde,
Cevher inci takılı,
Kara küheylanın üzerinde,
Altın er, gümüş nalları.
“Ölürsem eğer bir gün,
Atsız gitti dediklerinde,
Ayak altına alır düşmanlarım”.
Mirasçım eğer yok ise,
Sarayımı alır hasımlarım.
Han güçsüz düştü,
Karıları toplanıp,
Halini sorup dilleri sürçtü.
Küskün gibiydi herkese,
Ağlıyordu kimse teselli etmezse,
Yatıyordu ters bakarak:
“Yaşı bu yıl on beşte,
Vezirin bir kızı var.
Bana olur güzel bir yar,
O vurdu beni dilimde taht kurarak.
Doğmayan on iki kısrağı ben ne edeyim?
Bana evlat vermeyen sizlere ben eyleyeyim?
Gülcezire, kızın ismi gencecik,
Burnu güzel, kaşları ise incecik,
Gümüş kirpik, altın saçları var,
Karanlığı nurlandıran biricik,
Dalından kopmayan gül gibi.
Aydınlığı düşerse üzerine,
Kara taşları bile eder kül gibi.
Cezire’nin nuruna,
Niceler sarhoş oldu.
Kimsenin olmadı umurunda,
Örtüsü ile peçesi yoktu.”
Görmeden han âşık oldu,
Ecelin önünde gözü doldu.
Cezire’yi görmezse,
Güzeli kucaklayıp öpmezse,
Hayat anlamsız oldu.
Vezirlerden birini,
Han acilen çağırdı.
Cezire için gözleri,
Durmadan hep ağladı.
Hanlarından cevap almaya,
Yanlarına adam salmaya,
On iki karısı cesaret edemedi,
Konuşmak için önüne atlamaya.
O zaman sefere çıkan,
Kırık kişilik gücü olan,
Alnı beyaz atın süvarisi vardı.
Sinirlediği zaman,
Ona