Roza Tufitullova

Gülsüm


Скачать книгу

Roza Tufitullova

      Gülsüm

      Bu eser, döneminin önemli kadınlarından birisi olan, Petersburg’un ünlü sayılan Bestujev Enstitüsünde öğrenim gören, 1912 yılında Balkan Harbine Osmanlı Ordusunda hemşire olarak katılıp, İstanbul’da büyük kahramanlıklar gösteren, Tatar kadınlarının şanını uzaklara yayan Çistay kızı Gülsüm Kamalova’nın hayatının hikâyesidir.

      Gülsüm Hanım, Tatar halkının Abdullah Tukay, Ayaz İshakî, Musa Bigiyev, Fatih Emirhan, Fatih Kerimî, Yusuf Akçura, Türkiye’de ise Enver Paşa, Halide Edip, Ziya Gökalp gibi ulu şahsiyetleriyle görüşen biridir. Ayrıca onun Tukay’a olan sonsuz şairane sevgisi, kader göğünde, uzakta parlayan bir yıldırım gibi aydınlık ve gizemlidir. Gülsüm Kamalova Akçurina’nın hayatı genellikle inanılmaz derecede karmaşık, ibretli ve tarihî vakalar açısından zengindir.

      Bu eseri tek başıma yazdım dersem, pek haklı sayılmam. Çünkü çok sayıda görüşme, söyleşi ve birçok yazarın tarihî malumatları esere temel oldu. Onların hepsine çok teşekkür ediyorum.

Yazardan

      Roza Tufitullova’nın “GÜLSÜM” Romanına Giriş

      Şeyh Kızı

      Yirminci yüzyılın başı, Tatar halkının sosyal hayatında uyanış devridir. Bu, elbette Rus İmparatorluğunda meydana gelen değişikliklerden de kaynaklanıyordu. 1905 yılında Çar’ın vicdan özgürlüğü, ifade özgürlüğü ve başka özgürlükler veren manifestosu çıkınca diğer ezilen halklar gibi Türk Tatarlar da özgürce nefes alıp millî haklarını savunmaya başlar. Bu, özellikle Tatar halkının büyük edipleri Ayaz İshakî, Fatih Emirhan, Derdmend, Abdullah Tukay’ın eserlerinde belirgin bir şekilde görülür. Sosyal hayatın her alnında olağanüstü şahıslar ortaya çıkar. Onları arasında birçok kadın da vardır. Rus imparatorluğunda yaşayan tüm Türk (ve diğer) halklarının arasında böyle bir fenomenin olmadığını belirtmek gerekir. Bunun sonucunda, 1917 devriminin ardından İç Rusya ve Sibirya’nın dinî yönetimine kadı olarak Müslüman dünyasında ilk defa bir kadın (Muhlise Bubıy) seçildi.

      Roza Tufitullova’nın “Gülsüm” romanı, o dönemde Tatar hayatında önemli bir rol oynayan Gülsüm (Ümmü Gülsüm) Kamalova hakkındadır. Romanı okuduğunuzda onun, neşeli, mutlu günleri ve sonrasında da yaşadığı sıkıntılar, talihsizlikler açıkça gözler önüne serilir. O, halkımızın bir parçasıdır. Burada, iki Rus devriminden sonra ortaya çıkan umutlar, bağımsızlık arzusu, daha sonra o umutların yıkılışı, millî bir facia olarak anlatılmaktadır. Bu açıdan bakıldığında roman, modern Tatar edebiyatında ibretlik bir eserdir. Bugünü anlamak için geçmişi bilmek gerekir.

      Bu dönemde Rus İmparatorluğundaki Türk halkları, siyasî arenada Türk Tatar adıyla birlikte hareket ettiler. Hatta ortak bir edebî dil oluşturma arzuları da biliniyordu (Örneğin, İsmail Gaspıralı Bey’in Projesi). Ancak Rus hükümeti bu arzuları kökünden kesti. 1917 Ekim devriminden sonra da Türk halklarına karşı uygulanan siyaset, Bolşevik komünist hükümet tarafından ayrı bir dehşet ile devam etti. Ancak, bugün de Türk halklarının işbirliğine karşı olan güçlerin, kendileri için faydalı işler yaptığını kabul etmek gerekir.

      Bu dönemi incelerken Tatarların Kazaklar ile ilişkilerinin sağlamlığına hayran kalırsınız. Onuncu yıllarda bile “Kazak edebiyatı bağımsız olmalı mı?” sorusu etrafında tartışıldı. Yani, Kazak edebiyatının Tatar edebî dili temelinde geliştirilmesi olasılığı tartışıldı. Modern Başkurt edebiyatı gibi…

      Medreselerde, özellikle Ufa’daki “Galiye” Medresesinde yüzlerce Kazak genci eğitim aldı. Bunların arasında, gelecekte Kazak şiirinde ün kazanacak Mağcan Cumabay da vardı. Ünlü Tatar yazarı Mağcan’ın medresedeki hocası Alimcan İbrahimov, 1918 yılında “Çulpan” adındaki ilk derlemesini Kazan’da Kerimovların matbaasında neşreder.

      Mağcan’ın kaderi, o dönemdeki pek çok millî aydınınki gibi sona erdi. 1929 yılında milliyetçilikle suçlanarak tutuklandıktan sonra zindana atılıp sürüldü ve 1938 yılında vurularak öldürüldü.

      Mağcan’ın dilinin saflığına, öz Türkçe ahenginin yankılanışına şaşıracaksınız. Hatta, Tatarca’ya tercüme etmek bile gerekmez. Onun dili, Tukayların, Derdmendlerin, Babiçlerin dilidir. Mağcan, boşuna Derdmend’i kendisinin şiirdeki en büyük ustası olarak görmemişti.

      Şair, 1920 – 1922 yıllarında Kızılyar Pedagoji okulunda müdür olarak çalıştı. Aynı zamanda burada, Gülsüm Kamalova adındaki Tatar kızı da öğretmenlik yapıyordu. Elbette, onu buraya devrimin korkunç dalgaları atmıştı. O, kocası Abdullah Akçurin’le komünistlerden kaçıp Kazaklar’ın arasına sığınmıştı.

      Ancak ateş yürekli Kazak şaire, Gülsüm’ün evli bir kadın olması engel olamadı. Gönüle söz geçer mi? Şair gönlü biraz arsız oluyor galiba. Şair, soylu Tatar kızına sırılsıklam âşık oldu. Genellikle o yıllarda, Tatar kızlarla evlenmek Özbek, Kırgız, Kazak delikanlıları arasında aydınlık göstergesi sayılmış… Mağcan da daha sonra bir Tatar kızı ile evleniyor.

      Mağcan’ın Gülsüm’e olan hisleri elbette samimi, içten ve gönüldendi… Yoksa gönül tellerini sızlatan o aşk şiirleri doğmazdı:

      Deve göz , sihirli söz, hanım Gülsüm,

      Gökte gün gülmesin, Gülsüm gülsün,

      Gülsüm, Güneştir, gökte yavaş yüzmesin bilir,

      Sevdirerek yaktığını nereden bilsin?

      “Gülsüm Hanıma”

      Şair sevdiğinin kocasına kalacağını da, sevdasının karşılıksız kalacağını da çabucak anlar. Bu büyük aşk şiirleri başlarda alev saçsa da daha sonra umutsuzlukla kaplanmıştı. Ancak onlarda epey açık, erotik sahneler de yer alıyordu. Güzel Tatar kadını şairin sevdasına az da olsa karşılık vermiş mi yoksa “Canım! Canım! Çabucak değsin göğüs göğüse, Gözler kapalı hızlı hızlı nefesini alıp…” satırları Mağcan’ın hayali miydi, şimdi sadece romanlarda kaldı. Gülsüm ve ailesi çabucak vatanlarına döndü:

      Biliyorum bugün, beni bırakıp gidiyorsun,

      Gümüş sulu Akidil’i geçersin.

      Kara gözlüm, öldürüp git beni!

      Sağ iken nasıl bırakıp gidersin?

      Diyerek üzülüyor şair.

      Peki, kim bu Gülsüm Kamalova?

      1912 yılında Balkanlar’da Türkiye’ye karşı bir savaş başladığı bilinmektedir. Rusya basınında hemen şovenist bir gürültü yükseldi. Güya Bulgar, Sırp ve Karadağlı kardeşlerimize “Türk boyunduruğuna” karşı mücadelelerinde yardım etmek gerekiyordu! Bu mücadeleyi hükümet de destekleyip yardım ediyordu. Sonuç olarak, yüzlerce Rus askeri Balkanlar’a giderek Türklere karşı savaşmaya başladı.

      Gülsüm, o zaman Petersburg’da Rus asilzadelerinin kızlarının okuduğu Bestujev okullarında eğitim alıyordu. Onlar arasından da birçok Rus kızı Bulgaristan’a hemşire olarak gitti.

      Gülsüm, kız arkadaşlarını topluyor ve Türkiye’ye gidip yaralı Türk askerlerini tedavi etmek için “Hilal-i Ahmer” cemiyetine katılmayı teklif etti. Arkadaşları kabul etti. O dönemde, Rus okulunda okuyanlar, ilk önce millî terbiye alıyordu. Rus basının harekete geçirdiği şovenist kışkırtma, onları aksi yönde cesurca bir adım atmaya itti. Böylece, Gülsüm Kamalova, Meryem Pataşeva, Rukiye Yunısova, ve Meryem Yakupova İstanbul’a gittiler.

      Gülsüm Kamalova’nın adı, Tatar basınında ilk defa bu olayla ilgili olarak anılmaya başladı. Türk kardeşlerimize yardım etmek için gelen Tatar kızlarından meşhur “İstanbul Mektupları” adlı eserinde Fatih Kerimî de bahseder.

      Elbette, İmparatorluğun başkenti Petersburg’da bir üniversitede, istese de çoğu sıradan Tatar kızı okuyamazdı. Gülsüm, Tataristan’ın ünlü şeyhi Zakir Kamal’ın (1804-1893) en küçük kızıdır.

      Şeyh, Gülsüm’ün annesi Fatma’yı ikinci eş olarak aldığında, kız yalnızca on dört yaşındaydı. Genç abıstay, evliliği boyunca şeyhe sekiz kız, bir erkek evlat verdi. Bu Fatma’nın, Tatar yazarı Atilla Rasih’in annesinin babası ile kardeş olduğunu da söylemek gerek. Annesi ise Zeytune Mevlüdova,