Muhtar Auezov

Abay Yolu 2. Cilt


Скачать книгу

      Muhtar Auezov

      Abay Yoluİkinci Cilt

      Abay’ın 175’inci yılına armağan

      KAYGANLIKTA

1

      Tan atmadan önce bir saat kadar uyuklamış olsa da bütün geceyi uykusuz geçirmişti. Fakat daha hâlâ yorulmuş değildi, kitaba dikiyordu gözlerini… Büyük masa üzerinde sırtüstü açılmış olarak duran pek çok kitap vardı. Pek çok dillerde yazılmış olan bu kitaplar onun eline bugün geçmiş ve büyük ilgisini çekmişti. Abay’ın iyi anladığı Çağatay devri Türkçesindeki kitaplarla birlikte, dillerini zorlukla anladığı Arapça, Farsça kitaplar ve onlardan da ağırca gelen Rusça kitaplar…

      Abay’ın bugünkü okuyuşunun amacı okuma alışkanlığıyla yaptığı her günkü okumalarından da başkaydı. Kitaplardan alacağı bilgiler o günkü meşguliyet için doğrudan gerekli, acele ihtiyaç duyulan bilgilerdi. Abay şu son günlerde, özellikle bu son gecede, kendisinin daha önce alışık olmadığı bir hâldeydi. O eski zamanların “âlimleri” mi, “rivayetçileri” mi demeli, onlar gibi bir vaziyet içindeydi. Bu durumuna kendisi de şaşırıyor, ilgiyle bakıyordu.

      Farsça ve Türkçe kitaplar onu özellikle Şiraz’ın Gülistan’ına çekiyordu. Gözünü Semerkant’ın türbe yapılarına diktiriyor. Başını Merv ve Meşhet’in meyveli bülbüllü bağlarına, serin meltemli havuzlarına eğdiriyordu. Ulu şairlerin mekân tuttuğu Herat, Gazne ve Bağdat saraylarına, medreselerine, kütüphanelerine götürüyordu. Nice asırlar boyunca İsfahan menşeli eğri kılıçların, yatağanların fasılasız çarpışmasıyla şark şurk vuruşularak geçirilen Arap, Fars, Türk ve Moğol tarihleri de büyük ilgisini çekiyordu. Bunlardan birazcık başını çevirip Rusça kitaplara baktığında Orta Asya’nın, İran’ın ve Arap ülkelerinin coğrafi yapısını; nehirleri ile göllerini, çölleri ile kumluk bölgelerini, şehirleri ile ticari hayatlarını açık seçik tanımış gibi oluyordu. Bugün Abay’ı kendisine çeken husus deminki ülkeler ile vilayetlerin günümüzdeki durumu idi…

      Okuyor, kimi durumları açık seçik anladıktan sonra bir kâğıda yazıyordu. Kervanların geçtiği ticaret yolları, büyük pazarlar, şöhretli şehirler, su kaynakları vs. hepsi de bilhassa bugün lazım olmuştu.

      Bu kitaplardan aldığı bilgilerin tamamı birazdan seyahate çıkacak olan yolcu için gerekliydi. Abay okuyor, bazen çocukluğundan beri çok işittiği ta uzaklarda bulunan pus içindeki şehir ve vilayetlere yöneliyor, “bu seyahate kendim gider miydim” diye düşünüyor, meraklanıyordu. Görmek ve öğrenmek için meraklanıyordu…

      Birdenbire esen soğuk rüzgâr açık pencereden içeri girdi. Büyük ve hafif ak perdeyi çeviriverdi. İçini doldurup dalgalandırarak getirdi, yakınında duran yüksek masanın üstündeki kitapların üzerine döküverdi. Perde bir öyle bir böyle oynayan çocuk gibi kâh Abay’ın okuduğu kitabın üstünü örtüyor, kâh eserek kitapların yazılarını süpürüp uçurmak ister gibi kayarak üstünden geçiyordu.

      Abay şimdi fark etmişti, arkasındaki büyük kapı genişçe açılmış, öte tarafından gelmekte olan saygıdeğer bir kişiyi bekler gibiydi.

      Tan attığından beri bu odanın kapısının ilk açılışı buydu ve ilk girecek kişi oydu. Abay bükülerek bakınca gelmekte olanların kim olduğunu anlayıverdi. İki kadının kollarına girdiği ve destek olarak getirdiği, aheste adımlarıyla ve ağır nefes alışıyla adeta dinlenerek gelmekte olan kendi annesiydi. Bu günlerde vücudu ağırlaşan, yürüyüşü ve hareketi iyice zorlaşan Uljan eşikten geçerken Abay çabucak yerinden kalktı, annesinin oturması için minder yaydı. Yüzü Abay’a benzeyen, şık kıyafetler giyinmiş ak benizli güzel kadın yastıklar getirdi. Bütün dış görünüşü ile Kunanbay soyundan olduğu belli olan bu genç kadın, bu evin kızı, Abay’ın ablası Mekiş idi. Uljan’ın koluna girerek onu getiren ikinci kadın ise Uljan’ın obasında onunla birlikte yaşayan yoldaşı Kaliyka idi. O da kalaylı bakır leğeni getirip Baybişenin önüne koydu ve elini yıkaması için Kaşkar’ın güzel oval ibriği ile su döktü.

      Mekiş geniş odanın ortasındaki menteşeli masayı açarken açık kapıya doğru seslendi:

      – Hay yaşa! Al getir, dedi.

      Mekiş’le akran olan ak-kızıl yüzlü ve uzun boylu gelin eve girdi. Altın sırmalı yakası olan siyah pelüş kaftanlı, şakak saçları bakım kremleriyle yağlanmış ve pırıl pırıl taranmış çekici gelin sofrayı kurdu ve konuklara ikram edilecek olan kahvaltıyı hazırlamaya başladı.

      Kaftanını çıkaran annesi ellerini yıkadıktan sonra kendi önüne getirilen leğenin üzerine eğilen ve ibrikten dökülen ılık suyla elini yüzünü yıkamaya başlayan Abay, uykusuz gecede başının biraz ağırlaştığını ve ağrıdığını şimdi sezmişti. Ona büyük saygı göstererek eline su döken Mekiş’e:

      – Mekiş, suyun iyi geldi. Başıma da döküver, biraz ayılayım, dedi ve başını boynunu bütünüyle yıkadı.

      Kurulanıp nefeslendikten sonra ancak kendisine gelen Uljan Abay’ın kullandığı yüksek masaya göz attı ve oğlunun durumunu anladı:

      – Abaycan! Sen bütün gece uyumadın mı, diye sorarken oğlunun yüzüne baktı. Abay’ın yüzü ağarırcasına bozarmış ve iki gözü kızarmıştı:

      – Yok, gece yarısı gözlerimi dinlendirdim biraz, dedi. Bunun üzerine Uljan:

      – O kadar okuyunca insanın aklı karışmıyor mu evladım? Bizim Kodığa’ya “kurdun koyunlara dalışına niye dikkat etmedin, uyudun mu yoksa” diye sorduğumda, Kodığa “uyumadım. Fakat seher vaktiydi, devenin hörgücünü dört taneymiş gibi gördüğüm vakitlerdi. Tam önümden geçen, pusarak koyunlara yaklaşan kurdu it zannettim de ağıla girmesine izin verdim” demişti… Onun dediği gibi, deve hörgücünün dörtleştiği vakitte sersemleyen başa bilgi girer mi ki, canım evladım, dedi.

      Annesinin latifesine Abay da Mekiş de güldü. Abay:

      – Kodığa’nınki doğru ana. Fakat vakit dar! Yolcular bugün yola çıkacak ya, dedi. Annesi:

      – Yolcuların hangi yoldan gideceğini kitaptan açık seçik öğrenebilir misin ki, diye sordu. Abay “açık seçik yolunu göstermese de, gidilecek yere ulaştıracak güzergâhı anlayabileceklerini” söyledi. Yine bu günlerde kitaplardan çok güzel öğrendiği, kendisini mutlu eden bir husus hakkında annesine bilgi verdi:

      – Şu sizin büyük yeriniz1 var ya! Gitmesem de, gitmiş kadar vakıf oldum oraya, dedi. Bu, yeni bulduğu bir ganimet gibiydi.

      Uljan yolun epeyi uzak olduğunu biliyordu. Şimdi çay içerlerken Abay’dan bu yolun özelliklerinin, tehlikelerinin ve sıkıntılarının neler olduğunu sordu. Evde yabancı kimse yoktu. Abay kendisinin bildiği hakikatleri hiçbir zaman annesinden saklama gereği duymamıştı. Mekiş de bu hususları öğrenmeye hevesli görünüyordu. O, annesinin sorularının peşinden:

      – Ya! Şunları söylesene yakışıklı Abay’ım, dedi. Çatılan kaşları ve kızaran yüzünden gönlündeki ağır kaygı hissediliyor gibiydi.

      Abay Mekiş’in yüzüne baktı, biraz duraksadı ve düşünceye daldı. Onun içindekileri anlıyordu. Şehirdeki büyük evin nazlı gelini olmakla birlikte bu kardeşi hısımlarını akrabalarını, köyünü ülkesini düşününce müstesna bir şefkatli yürekle ve alabildiğine iyi niyetlilikle duygulanırdı. Şehre çok gelip gittikleri için Mekiş’in dost canlısı tavırlarının sadece ana ve babaya değil, bütün Tobıktı halkına ve hatta bütün insanlara aynı olduğunu bilen kervancılar da onun bu hususiyetini çokça överlerdi.

      Mekiş’in dost canlısı bu tavırlarında kendi çocukluğunu, gençliğini, doğup büyüdüğü sahrasını ve köyünü arzulayan şifa bulmaz büyük bir hasretin sönmez ateşi vardı. Can dostu olan babasının başına gelecek olanları en nazik ve en keskin biçimde sezinen hamisi, yine bu Mekiş idi. Onun bu ruh hâlini tam olarak anlayabilmek için; çok gençken aşrı aşrı memlekete gelin gönderilen kız olmak, dünyaya onun gözüyle bakmak gerekliydi. Bu; hüznü de nazı da çok, iç çekişi de hayali de çok, alabildiğine nazik bir sır idi.

      Ancak zamanın iyileştirebileceği, uzun zaman sonra ayıkılabilecek, şimdilik kesilmez bir dertti.

      Abay