Rahmi Ali

Bir Öğle Vakti


Скачать книгу

dedi. Ardı önü bir ağaç; siz öyle bilin…

      Torun dedesinin yanına gitti, kucağına oturdu.

      –Dede, hiç üzülme, dedi. Babam seneye buraya başka bir ceviz ağacı dikecek.

      Hasan dede ağır ağır yerinden kalktı, herkese gülümseyerek baktı. Gözlerinin içinde geri dönülmez bir acının izleri olsa da yüreğinin içinde yeni yeni ağaçların yemyeşil yapraklarla donanmakta olduklarını gördü.

Şafak Dergisi, sayı: 126, yıl 2002 “A” takma adıyla

      ÇIKMAZDA

      (Almanya plakalı bir araba durdu kahvenin önünde. İçinden orta yaşlarda biri çıktı. Gölgedeki sandalyelerden birine oturdu. Bir bira istedi kahveciden, bir HB sigarası yaktı, şişeyi bir dikişte yarıladı.)

      Haziran başlarıydı. Tütün ekiminin en hızlı zamanları. Tozlu yollarda at arabaları. Fideliklerde tütün fidesi çeken kadınlar. Ağaç gölgelerine kurulmuş bebek salıncakları. Tütün yeri süren erkekler… Uzun yıllar önce ayrılmıştı köyünden. O da aynı işi yapıyordu Almanya’ya gitmezden önce. Ağır işti. Yorgunluğu bir yana, yemekten, sudan kesiliyordu insan. Bir insanın ömür boyu aynı işi yapması şart mıydı? Almanya’da iyi para kazanıldığını duymuştu. Giden, işin ve gurbetin ağırlığına geçici olarak dayanır; bir başka iş tutardı. Mesela bir araba alıp seyyar satıcılık yapardı. O niyetle gitmişti Almanya’ya. Ama o gittikten az bir zaman sonra azınlıktan seyyar satıcı diye kimse kalmamıştı. Zararı yoktu; kazandığı parayla birkaç dönüm tarla alır, hiç olmazsa tütün ekmek için icar parası vermezdi. Tarla alması da yasaklanmıştı azınlık insanına. Bir başka iş yapardı canım; bir traktör alır, kendisinde olmasa bile başkalarının tarlalarını sürer, para kazanırdı.

      Bu ne aksilik! Her tuttuğu dal kuruyordu. Bazı arkadaşları bu yolu denemişler, uzun yıllar uğraşmalarına rağmen birer traktör kullanma ehliyeti alamamışlardı. Hiç olmazsa bir ev yaptırırım, dedi. Baba ocağına da kardeşim yerleşir. Ne evi be, dediler bir mektupta. Rüzgârın attığı kiremitleri yerine koyamadığımız günler oldu. Ev yaptırmak da ne demek? Küçük bir bakkal dükkânı açarım, diye düşündü. Eline rastgele geçen bir gazeteden öğrendi ki sıhhi kontrole tabi işyerlerini azınlık insanı açamıyordu. Eee? Türkiye’ye gidip bir ev, bir arsa alsak! O da olmaz. İnsan bir ömür tüketerek biriktirdiği parasını nasıl çamura atabilir?

      –Kahveci, bir bira daha getirir misin?

      Kahveci kurttu, şakacıydı:

      –Üzme kendini boş yere, dedi.

      –Ne yapayım, bir çıkmazdayım.

      –Oh-hoo, dedi kahveci, bir sen misin çıkmazda olan? Sanki biz Londra Asfaltında mıyız? Ama gene de bu kadar düşünmeye gelmez. Yapanlar insanlıklarından utansınlar.

(Akın Gazetesi, sayı:758, yıl 1980, “A.K.” takma adıyla özgün başlık: “Azınlıktan Görüntüler–3)

      DÜĞÜN

      Uzaktan bir zurna sesi duyuldu önce; bir ikincisi kendisine eşlik etmeye başladı. Davullar ağır bir tempo tutturmuşlardı:

      “Çalınsın, davullarım çalınsın,

      Bahçemde çalınsın.

      Babam bana bir düğün yapacak,

      Ölünce anılsın…”

      Güneşli bir eylül günüydü. Yalnız kenar mahallede, Kel Hasan’ın Recep’in evinde bir düğün telaşı vardı. Şıra tavaları, kazanlar, sofralar taşınıyor, etler doğranıyordu. Kolları sıvalı feraceli kadınlar o kapıdan o kapıya koşuşturuyorlardı. Davulcular, Pinti’nin damın altında konaklamışlardı.

      Emine, davul sesini duyduğunda bulaşıkları yıkıyordu. Tiz zurna sesi bir ürperti uyandırdı içinde. Tüyleri diken diken oldu, burun direği sızladı, gözleri yaşla doldu. Oysa üzüntülü değildi o anda. Tam tersine sevinçliydi. Çünkü Erol’un izne geldiğini duymuştu. O gün çeşitli bahanelerle sokağa çıkmış, Ayşe Ninelere uğramış, ancak Erol’u görememişti. Uzun süre gözlerine uyku girmemişti o gece. Dalıp dalıp gidiyor, hep Erol’u düşlüyordu. Bir ara Erol’u rüyasında görmüştü. Karşı karşıyaydılar Erol’la ama Erol onun yüzüne bile bakmamış, sessizce yanından uzaklaşmıştı. Üzüntüyle uyanmıştı. Veli: “Ne o” demişti, “rüyanda ne gördün öyle? Ağlıyordun…” Emine uykusuzluktan sersem gibi olmuştu. “Şeytanın işi yok; anamı ölmüş görmüşüm…”

      Davulcular “Kırmızı Gülü” icra etmeye başladıklarında Emine bulaşıkları bitirmiş, içeriye girmişti. Veli giyinmişti bile. Davarları Cemali’nin kardeşine bırakmıştı. Ayakkabılarını giyerken Emine’ye: “Sen de acele et biraz.” dedi. “Âlemle beraber gidecek değiliz; düğün kendimizin. Sonra teyzemin dilinden durulmaz…”

      Emine önce Ayşe’yi giydirdi temiz temiz. Beyaz çoraplarını giydirdi. Kırmızı üstüne beyaz damgalı elbisesi Ayşe’yi kasaba kızlarına benzetti. Saçlarını taradı güzelce. Atkuyruğu yapıp kırmızı bir kurdele bağladı. Sonra kendisi giyindi. Gülkurusu bir elbiselik almıştı kendisine. Kasabaya kayınpederiyle gitmişler, kumaşı Basmacı Kamil’den almışlardı. Sonra, ormancının gelini Mariya’ya diktirmişlerdi. Elbise çok güzel oturmuştu vücuduna. Yakasının iki yakası da güzel taşlarla süslenmişti. Aynanın karşısına geçti, kaşlarını düzeltti, gözlerini hafifçe sürmeledi belli belirsiz. Dudakları kırmızıydı, gene de boyamak geçti içinden. İpekli pembe bir bezi vardı. Onu örtündü feracesini giydikten sonra. Düz, parlak, siyah bir tutam saçın görünmesi için uzun süre uğraştı. Ayşe ile birlikte düğün evine doğru gittiler.

      Helvacı Tahsin Ağa, üstü örtülü at arabasını kapının sağındaki boşluğa yanaştırmış, çocuklara helva, horozlu şeker satıyordu. Çocukların bazıları davulcuların başına dikilmişlerdi. Birkaç yeni evli genç, damın taş duvarına dayanmışlar, kendi aralarında konuşup gülüşüyorlardı. Yere büyük bir hasır serilmişti. Üstüne üç kişi karşılıklı bağdaş kurmuş, içmeye başlamışlardı. Büyük bakır bir sahana konmuş haşlanmış et parçalarından duman tütüyordu. Bir başka tabakta da turşu vardı. Çoban Ahmet, elindeki rakı şişesini ikide bir ağzına götürüyordu. Karısından ayrıldı ayrılalı böyleydi Çoban Ahmet. Gerçi önceleri de içiyor, düğünlerde oynuyordu. Oyununu herkes zevkle seyrediyordu. Züleyha’yı bu yüzden kıskanan kadınlar çoktu. Yakışıklıydı Çoban Ahmet, iyi giyiniyordu. Okumuşların dışında köyde ondan şık giyinen yoktu. Gömleği, pantolonu her zaman ütülüydü. Saçları her zaman taralı ve pırıl pırıldı. Akşamüstleri Süleyman’ın kahvesine gidiyor, dört köşe küçük bir masaya oturup bir ellilik içiyor, sonra eve gidiyordu. Köyün bütün erkekleri, tarlalarda çalışmanın dışında insan arasında karılarıyla bir arada bulunmaktan kaçınırken o, hıdrellez günleri bir ara gelir, Züleyha’yı salıncakta sallar, Züleyha, köylünün kulaklarına ayıp gelen o şuh kahkahasıyla ortalığı kaldırırdı.

      Züleyha, düğün ve bayramların da neşe kaynağıydı. Etli edepsiz konuşmalarıyla kadınları güldürüp neşelendiriyor, kına gecelerinde el-ayak çekilip ortalık tenhalaşınca meydan ona kalıyordu. Darbukanın temposuna ayak uydurarak bir rakkase ustalığıyla ortada hareket ediyor, vücudunun estetik kısım ve uzuvlarını ağır, ritmik hareketlerle oynatıyor, kıvırıyor, seyredenlerde kıskançlığa varan bir hayranlık uyandırıyordu. Çoban Ahmet ve Züleyha için söylenecek tek söz vardı: Tencere yuvarlanmış, kapağını bulmuştu. Genel kanı da buydu zaten: Bu kadını Çoban Ahmet’ten başka elinde hangi erkek tutardı?

      Bir