o günden sonra Ahmet, kendisini iyice içkiye vermişti. Züleyha da eski neşesini yitirmiş, o şen-şakrak kadının yerini içine kapanık bir kadın almıştı. İnsan içine çıkmıyor, doğru dürüst giyimine bile dikkat etmiyordu. Her iki taraf da birbirleri hakkında bir tek söz etmiyordu.
Emine Ayşe’ye para verip susam helvası aldırdı. Bahçeye girdiklerinde kendi de bir ucundan koparıp ağzına attı. Karşıda Çolak Ahmetlerin evin ardına aş ocakları kurulmuştu. Birkaç kişi ocakların yanına odun taşıyor, beri tarafta, komşu kapının önünde, birkaç kadın, geleni-gideni ağırlamak için ayakta bekliyorlardı.
Emine içeri girdi. İçeride genç kadınlar feracelerini çıkarıp oturmuşlardı. Başlarında oyalı krepler vardı. İpekli elbiseler giymişlerdi. Boyunlarında inciler, beşibirlikler vardı. Göğüslerinde dallar takılıydı. Menekşeler durmadan titriyor, beyaz kollarda altın bilezikler parlıyordu. Çoğu sürmelenmiş, yanaklarına allık, pudra sürmüşlerdi. Dudaklar boyalıydı. İçlerinden bazıları sağa sola koşuşturuyorlardı. Ayşe dışarı, arkadaşlarıyla oynamaya çıkmıştı. Emine, Ayşe’yi aramak bahanesiyle birkaç kez dışarıya çıktı. İçeride mahpus gibi hissediyordu kendisini. Erol görünürlerde yoktu. Bir müddet, kına gecesi yapılacak yerin hazırlıklarıyla uğraşanları seyretti. Baktı, Cemil oradaydı. Başında siyah bir bere vardı. Yeni, kahverengi bir pantolon giymişti. Sırtında ütüsüz, beyaz bir gömlek vardı. Emine’yi görünce gülerek yanına yaklaştı.
–Veli’yi arıyorsan, Zeynellerin evine gitti, dedi.
Emine, onun yüzüne bakmadan konuştu.
–Ben Ayşe’ye baktım. Düşer müşer de üstü batar.
Sonra hemen içeriye girdi.
Akşam olmuş, hava kararmaya başlamıştı. Uzaktan Hasan Hocanın sesi duyulunca davul ve zurna sesleri birden kesildi. Kına gecesi ağılın arkasında yapılacaktı. En yeni elbiselerini giymiş kızlar kına yerinde toplanmaya başlamışlardı. Sarı, kırmızı, şarabi, mor ve tozpembe renkler boydan boya gerili bir urgana asılı lüks lambasının beyaz ışığı altında par par yanıyor, boyunlara takılı altın gerdanlıklar giyimleri daha zengin gösteriyordu. Kızlar, uzunlamasına yerleştirilmiş saman balyalarının üstüne sıralanmışlardı. Kadınlar, yüzleri kızlara dönük bir halde, adeta iç içe oturmuşlar, konuşup gülüşüyor, birbirlerinin kulaklarına eğilip bir şeyler fısıldanıyorlardı. Küçük çocuklar ara yerlerde koşuşuyor, ağaç ve duvarlara tırmanıyorlardı. Delikanlılar kadınların ardında ayakta duruyor, diğer günlerde rahatlıkla seyredemedikleri kızları inceden inceye, doya doya seyredebiliyorlardı. Göz göze geliyor, uzaktan uzağa anlaşıyor, naz yapıyor, sitem ediyor, ya da bir an için kurulmak istenen gönül bağları bir kaş çatmasıyla sessizce reddediliyordu. Evli erkeklerse daha arkalarda duruyorlardı. Durmuşların kızı Hatice, birkaç arkadaşının eşliğinde güzel ve ölçülü bir sesle türkü söylüyordu. Bir ara üç darbuka birden çalmağa başladı. Bir oyun havası temposu tutturmuşlardı. Kızların çoğu sözle iştirak ediyor, iki kız karşılıklı oynuyorlardı. Oynayan kızlardan birinin aşırı bir vücut oynatma hareketi, kadınlarda bir fısıldama, gençlerde bir heyecan dalgası yaratıyordu. Dışarıda davullar, düğüne gelen misafir topluluklarını karşılıyorlardı. Sesler birbirine karışıyor, anlaşılmaz bir uğultu halini alıyordu.
Arka sıralarda bir dalgalanma oldu, sesler kesildi. Kadınlar merak edip başlarını arkaya çevirdiler. Çoban Ahmet, sarhoş bir halde, arkada, yığılı kavak dallarının üstüne çıkmıştı. Arkadaşları yanındaydı. Sarhoştu ve ayakta güçlükle duruyordu. Herkes merak içindeydi. Ortalıkta çıt yoktu. Sessizlik, çocukları da susturmuştu. Ve birden, yanık, acılarla yüklü, güzel bir ses ortalığı doldurmuştu. Bir ağıttı bu. Yürekleri dağlıyor, çok kişinin gözlerini yaşartıyordu:
“Portakalı soyamadım,
Başucuma koyamadım.
Şu derdimden kurtulup da
Gençliğime doyamadım.”
Türkü devam ediyordu. Sonra, bütün gözler Züleyha’yı buldu, başlar ona çevrildi. Züleyha sağ tarafta, Hafız Ali’nin saçağında, bir direğe tutunmuş, ayakta duruyor, gözlerini yerden kaldırmıyordu. Bir süre öyle kaldı. Sonra başörtüsünün ucuyla gözlerini kuruladı, birkaç dakika sonra da yüzünü iki elle kapatarak kaçtı, gitti.
Ortalığı hüzünlü bir hava sarmıştı. Bu durum Emine’ye öyle dokundu ki neredeyse boşanıp hüngür hüngür ağlayacaktı. Kimseye belli etmeden komşulardan birinin avlusuna geçti, orada biraz ağladı, yüzünü yıkadı, kurulandı, tekrar yerine geldi.
Gözleri hep arkalardaydı. Bir bekleyiş içindeydi hep. Ayşe birkaç kez gelip uykusunun geldiğini söyledi. Emine: “Ne olur, biraz dayan” dedi. “Git oyna. Bak, bütün çocuklar oynuyor. Hadi benim gülüm…” İçi içini yiyor, bir türlü oradan ayrılmak istemiyordu. Sonunda umutları yine suya düşmüştü.
Sonunda kına gecesi dağıldı. Emine Ayşe’yi alıp evine gitti, uzun süre bir şey düşünemediğini sandı. Beyni dumura uğramıştı sanki. Bahçeye çıktı, kendi kendine ağladı, durdu. “Gelmedi işte, yine gelmedi!” diye söylendi.
BİR KADIN
“Bugün bana hiç dokunmayın” dedi yataktan kalkar kalkmaz.
Evdekiler sustular. Geç kalkmıştı zaten. Masada tek başına kahvaltı ediyordu. Karısı bahçede küçük bir ceviz ağacının gölgesinde çamaşır yıkıyordu. Bir kadın radyoda ağır şarkılar söylüyordu.
Can sıkıcı arıların vızıldadığı bunaltıcı bir sıcaklık vardı havada. Henüz tomurcuklanmaya başlamış elma ağacının üstünde boyunları sarı iki kuş yeni bir yuva yapma uğraşı içindeydiler. Karısı geldi:
“Aaa, bak zeytin tanesi koymayı unutmuşum!” dedi.
“Aldırma” dedi adam “Bir gün de zeytin tanesi yemeyelim; ne olur!”
“Ama çok güzel zeytinler. Salıpazarı’ndaki o kadından aldım yine. Hatırlarsın…”
“Evet, haklısın. Güzel zeytinler. Ama şimdi boş ver!”
Masadan kalktı. Tıraş oldu. Dişlerini fırçaladı, giyindi. Dışarıya çıkarken:
“Ben belki şehre kadar da inebilirim” dedi. “Varsa bir istediğiniz…”
Kadın ne diyeceğini bilemedi önce. “Ne işin var şehirde? Dün de şehirde değil miydin?” demeye cesaret edemedi.
“Yarım kilo kıyma alırsan iyi olur.”
“Tamam. Hadi ben çıkıyorum. Sen de kendini yorma bu kadar. Bırak! Kalanını yarın yıkarsın.”
Kadın bahçe kapısından otobüs durağına doğru ilerleyen kocasına baktı. İçine anlaşılmaz bir sıkıntının ağırlığı çöktü. Gözlerine yaşlar doldu.
“BİZİM HİKÂYEMİZ”
Boşalan yeni bir yazıhaneye taşınmıştım. Bir masanın gözünde unutulmuş siyah kaplı bir defter bulmuş, sahibi gelip alır, diye -belki de- bir ay beklemiştim. Kimseler gelip aramayınca çöp kutusuna atmayı düşündüm bir ara, sonra buna gönlüm razı olmadı. Bir suçluluk duygusuyla defteri açtım, baktım; estetik, güzel bir el yazısıyla doldurulmuş bir defter. İlk sayfaya bir göz attım merakla. Allah Allah; “BİZİM HİKÂYEMİZ”… Yoksa bir aşk hikâyesi mi bu, diye okumaya başladım.
“Şirketin