yaşlar…” Bu olay beni de sarmaya mı başladı ne, gözlerim gönderilerde. O ne gönderi, ne paylaşımlar; köpek tokatlayan kediler, ağlayan sahibinin gözyaşlarını silen köpekler, lastik gibi kıvrılıp bükülen kadınlar, güzel doğa manzaraları, rüyalarımızda bile göremediğimiz şahane evler… Hadi yemekleri söylemeyeyim.
Bir gün tanımadığım bir bayandan bir arkadaşlık isteği… Arkadaşları seçerken kendilerini az-çok tanıyorum ya; ona göre onaylıyorum. Ama bu arkadaşlık isteğinde bulunan bayanı hiç mi hiç tanımıyorum. Birkaç gün düşündüm. İstek hep gözlerimin önünde… Acaba ne yapsam; diye düşünürken, içimden gelen bir ses, karşı konulmaz bir istek, beni “onayla” düğmesine doğru itiyor. Bir gün dayanamayıp o düğmeye “tıklıyorum…” Çok geçmeden birkaç beğeni, birkaç gönderi; derken bir gün “özel mesaj odamda ürkek bir yazı: “Nasılsınız”, “belki haddimi aşıyorum ama size “özel, yazmak geldi içimden…” İçimde büyük bir belirsizlik, ne yapıp ne diyeceğini bilememenin şaşkınlığı… Ah, neler geçmedi aklımdan. Yok, herkes “kötü” olamaz dedim kendi kendime. Sanki soğuk bir kış gününde ben -güya- harıl harıl yanan sobamın başında ısınırmışım da dışarıda kimsesiz, yalnız kalmış üşüyen bir kuş pencereme gelmiş, gagasıyla camı tıklatıyor… Böyle bir duygu gelişiyor içimde. İşte böyle bir “çocuğum” ben. Ama yine de temkinliyim. “Buyurun, anlatın, diye yazıyorum. Bana istediğiniz şeyi anlatabilirsiniz…” Büyük bir duraksama. O anda karşımdaki kadının titrediğini hissediyorum. Hemen -zaten baştan adından hoşlandığım- bu kadının “profiline” gidip hayat hikâyesine bir göz atıyorum ki “ah, diyorum, neler düşündüm ben, bu da benim gibi gönlü yaralı bir kuş… Geçmişimiz, belki de kaderlerimiz büyük ölçüde birbirine benziyor.” Daha sonraki yazışmalarda sık sık dile getirdiği gibi sanki o bir yarım elma da; diğer yarısı ben. Yazıştıkça birbirimizden hoşlandığımızı anlıyoruz. Sonra o mu söyledi önce, ben mi -önemi yok- o tılsımlı söz: “Ben seni seviyorum…” Ardından kendini öne atan o tanıdık, alışılmış cümle: “Ben de seni seviyorum…” Seven biri sevdiğini özlemez mi? Ardından gelen yazışmalar: “Artık sensiz olamıyorum. Çok özledim seni…” “Ya ben; ben seni az mı özledim. Bu gece hiç uyuyamadım…” Arzu, bir doyumsuzluktur, biraz daha ileriye, biraz daha öteye; aslında bir “serap” olan o haz dünyasına durmadan ulaşmak isteriz de bir türlü varamayız.
Hiç tanımadığım, sadece birkaç resmini gördüğüm, sesini bile işitmediğim bu kadını -bu kadar- merak edişim de ne? Onu alıp o uzak yıllar içine, o bilmediğim, görmediğim yerlere götürüyorum… İlkokul yılları içinde kıpır kıpır, ip atlayan, nefes nefese “yakan top” oynayan bir kız çocuğu. Sonra -güya- köyde yaşayan, bağ bahçelerde dolaşan, elinde bir sepet, kiraz toplayan yanakları al-duman bir kız. Lise, üniversite yıllarının azimli bir öğrencisi, müzikli, danslı yıllar, “Çalıkuşu Romanındaki Feride’nin yaramazlıklarını aratmayan şakalarıyla erkek arkadaşlarını peşinden koşturan, onlara yüz vermeyip yüreklerini istemeyerek acıtan bir “deli kız”… Ardından, ciddi bir mesleğin, öğretmenlik yıllarının o dayanılmaz sorumluluğu…
Belki de bu düşündüklerimle hiç ilgisi olmayabilir bu kadının, kendisini neden bu kadar sevdiğimi anlayamadığım bu “zalimin…”
Birbirimizle mesajlaşırken kendisine “sen ne zalim bir kadınsın böyle” diye takılırken “ah, ne olur yapma, söyleme böyle, ben çok yalnız, aşka doymamış, kendini çok yalnız hisseden bir kadınım. Sen bari anla beni. İçimdeki o “anlaşılmaz his” işte beni anlayacak olan adam bu, diye kendimi inandırdığımda büyük bir heyecanla sana arkadaşlık isteğinde bulundum. Senin o “mesaj odana” ilk kez gelişimi, sanki biraz haddimi aşıyorum galiba” dediğim günü hatırlamıyor musun? Ah, ne haldeydim beni öyle inanılmaz bir anlayışla karşıladığın an nasıl köşeme çekilip hüngür hüngür ağlamıştım. Hatırlıyor musun, sana yapma ne olur, şu anda bilgisayarımın üstü gözyaşlarımla ıslandı, demiş, mesajıma uzun bir süre ara vermiştim…
Anlamıyorum; biz insanlar -hadi bazı insanlar diyelim- neden böyleyiz. Şimdi ne ilgisi var bunları düşünürken kendimi bambaşka yerlerde bulmamın, oralarda sanki yitirdiğim çok önemli bir şey varmış da onu –umutsuzca da olsa- aramalarım… Gel de anla bunu… Ta 1950’li yıllar içinde, Anadolu’nun küçük bir kasabasında tabanı toprak bir sinema salonunda seyrettiğim “Ezo Gelin” de ne. Fatma Girik’in düşlerimize giren o gözleri, çilesi, acınası halleri yüreklerimizi dağlıyor. Sinemadan çıkarken o yarı karanlık koridorlarda burunlarımıza gelen kavrulmuş tuzlu çekirdek kokuları hala aklımda. Hele o kadınların hıçkırıklar arasında gözyaşlarını silmeleri, bana o yıllarda okuduğum Kerime Nadir’in “Hıçkırık” romanı sayfaları arasına götürüyor. Kimdi o durmadan ağlayan kadın; Handan mı, Nalân mı; hatırlayamıyorum.
O ne yazışmalar; enikonu bu işin müptelası oldum, gittim. İşlerim bittikten sonra “haydi bakalım “facebook” sayfasına. Önce bir “dört yapraklı yonca” işareti… “Hayatım orada mısın?”; “Ah canım, sabahtan beri bekliyorum seni. Ben sensiz olamıyorum. Sevgisiz, aşksız geçti bunca yılım. Ben susuz kalmış bir çiçek bahçesiyim. Bu sözümün ardını sen düşün…” “Yapma tatlım; beni çileden çıkarıyorsun…” “Ah, ne hınzırsın sen; hadi gel; dayanamıyorum…”
Bir yerlerde okudum yakınlarda: “Keşke her şeylerini anlatmasaydın” diyor birileri sevdiği kadına. Bana hayal edebileceğim bazı yerlerini bıraksaydın” anlamında bir söz. Hayal etmek; o ne derinliktir, insanları kendi hayal âlemimiz içinde düşünmek, sevmek, o ne sihirli bir dünyadır? Kadının hayat hikâyesinden bazı şeyleri öğrenince birden kendimi “Ben bir göçmen kızı…” sözleriyle başlayan türkünün çağrışımları içinde buluyorum. Hemen o ilk gün hayal ettiğim pencereme gelen o kuşu düşünüyorum. Bir boşluğa düşen onca özlemler, onca hayaller… O insanın içine işleyen, gururunu paramparça eden haksızlıklar, ihanetler, işkenceler yetmezmiş gibi tüm hayallerini arkada- belki de – ölmeye, yok olmaya terk edip yeni bir hayata başlamanın acı, uçurum hayalleri… Ve o güzel, çalışkan insanlar, köyler, evler bahçeler, tarlalar gözyaşları içinde terk ediliyor. Evinin önüne yığılıp kalan “ben buraları nasıl bırakıp da başka yerlere giderim” diye ağlayan bir kadının acılarına hangi zalim kulak verir?
İşte “feyzbuk” arkadaşım olan sevdiğim bu kadını o yıllar içinde düşünüyorum. O güzelim hayat, tüm hayalleriyle birlikte arkada kalıyor. Hüzün yüklü bir zamanın içinde nereye gideceğinin, başına neler geleceğinin tedirginliği, şaşkınlığı, umutsuzluğu içinde geçen bir yolculuk… “Ben neredeyim şimdi Allah aşkına; ne olacağım, ne olacağız… Bilmediğin, tanımadığın insanlar, bambaşka bir kültür ortamından, tamamen değişik bir hayat tarzından sanki “Kafdağı”nın ardındaki bir yere geliyorsunuz. Düne kadar merak ettiğiniz, belki de hayalinizde resmini çizdiğiniz o “Ay-yıldızlı bayrak işte gözünüzün önünde. Şarkılar, türküler, camiler, minareler, ezan sesleri… Ama yok, sizin sevdiğiniz dünya, evler, insanlar, muhabbetler, yanan sobalar, haremlerde öksüren yaşlılar, evler, damlar, kediler, köpekler, annelerini emen buzağılar, kuzular ve milyonlarca insanın sonsuz hayalleri, tarihe sığmayan hayatları… Nasıl bir özlemdir ki bu, bahçenizdeki zerdali ağacının altında zerdali yiyen bir kaplumbağa, sırtında kelti taşıyan yaşlı bir kadının hayali günlerce gözlerinizin önünden gitmiyor.
Ah, neydim; bak ne oldum ben. Hiç aklıma gelir miydi o cennet yerlerden ayrılacağım, buralara, kendimi bir yalnızlıklar dünyasında bulacağım? Yeniden “bambaşka bir dünya, bambaşka mekânlar içinde, hiç de senin anlayışına uymayan