Kâzim Meçiev

İnsandır Bizim Adımız


Скачать книгу

kaygılarını okudum,

      Yusuf’la ben dar zindanda oturdum.

      Yirmi artı oniki yıl aşırdım,

      Hekimlere, hadislere başvurdum.

      Alanlara akıl, nizam öğrettim,

      Aşıklara adil idim, ır dizdim.

      Naçiz babamın demirci dükkanını sevdim,

      Topal bacağımla orda demir dövdüm.

      Kur’andan ilham alıp şiir yazdım,

      Aziz dilini anlatmaya çalıştım.

      Tahir ile Zühre’ye ağladım.

      Azat sözünü ancak Allah’tan sordum.

      Bizde de çok, Tahir gibi dökülen,

      Zorbalıktan yürekleri sökülen.

      Zühre’ler var, mumlar gibi eriyen,

      Bu dünyanın gazabından çürüyen.

      Aşk yolunda kapan kuran zorbalar,

      Kıyamette günâhların okurlar.

      Aşıkların gözyaşındaki yangınlar,

      İzin vermez, cennet yolunu keserler.

      Gelin, biz aşka saygı gösterelim,

      Öldüğümüz gün, imanla gidelim.

      Tahir ile Zühre’yi de görelim,

      Gençlere mutlu hayat dileyelim.

      Öykümüze başlayalım besmeleyle,

      Bize kulak verip dinleyenlere.

      Bir varmış bir yokmuş, Babahan isminde bir han var mış. Malının, mülkünün, ordusunun haddi hesabı yokmuş. Bu kadar zenginliğiyle dünyada hiç bir ihti yacı olmadığı halde kalbi sıkışıyormuş çünkü Hanın çocuğu yokmuş. Kendi ölümünden sonra tahta çıka cak, ülkeyi yönetecek evladı olmadığı için kahrolu yor, gözüne uyku girmez oluyormuş.

      Altın tahtı, kalesi de var idi,

      Çocuğu yok, dünya ona dar idi.

      Malı, mülkü, ordusu da çok idi,

      Ondan güçlü bir han yoktu denirdi.

      Hiç sormadan yaşlılık gelip çattı,

      Çocuğu yok – içini hüzün sardı.

      Çocuk tatlıdır han için de, kul için de,

      Canıyla birdir, hayat ümit dul için de.

      Çocuksuzun günü olur – karanlık,

      Taht bile saramaz o yarayı artık.

      Hekimlerin en iyisini aradı,

      Çaresi yok, ümitleri karardı.

      Hazır idi hazinesin açmaya,

      Çocuk için her şeyini saçmaya.

      Bu durum yıllarca devam etmiş. Babahan artık Allah’tan ümidi kesmiş, insanlardan çare bulamamış ve pes etmeye başlamış.

      Hanın şehir dışında büyük ve güzel bir ormanlık yeri, süs ağaçlardan oluşan bahçesi varmış. Buranın hayranlık uyandıran hazzı dillere destan imiş, kulaktan kulağa yayılırmış. En kederli insanın bile bu bahçeye girdikten sonra kederleri dağılır, gönülleri rahatlarmış. Babahan bile bahçeye girdiğinde tüm dertlerini unutur, saraya neşeyle dönermiş.

      Günün birinde çocuksuz olduğunu hatırlayan han, Bahir veziri yanına çağırmış, birlikte bahçenin yolunu tutmuşlar. Yolda giderken karşılarına yoksul biri çıkmış. Han ve veziri merakla dilenciyi izlemeye koyulmuşlar çünkü o dilenmiyor, bağırıyormuş:

      – Ey ahali! Bana kim bin altın verirse Allah-u Taala onun tüm isteklerini yerine getirecektir!

      Han vezire bakar ve;

      – Çok hekime çok para yedirdim, hiç biri yardım edemedi. Belki Allah yardım eder ve bu fukaradan medet umarım, derim. Vereyim buna bin altın dilesin benim için ne dilerse. Çocuğum olursa ben ona bin değil on bin altın bile veririm!

      Han dilenciye bin altın verir ve dilek diletir:

      Vezirin de yoktu çocuk tohumu,

      O da derdini çekip yaşıyordu.

      O da açtı naçiz, hana yüreğini,

      Ağlamaklıydı, gizlemedi dileğini.

      Dedi: “Sensin hürmetli efendimiz.

      Karanlıktır, çocuksuz bizim evimiz.

      Hazinen ömürlerin hazinesi,

      Yüce Hakkın cezası bize geldi.

      Sen – balasız, ben – balasız dul direk-

      Şimdi bize bu hayatta ne gerek?”

      Naçiz Bahir artık dayanamadı,

      Diz çökerek gökyüzüne bağırdı:

      -Niçin attın, yaktın sen canımızı,

      Çocuksuzum, söndürdün odumuzu.

      Kullarına, acısana, Allahım!

      Çocuk ver ve yürekleri sar Rabbim!

      Bala dediğin, candan tatlı şey olur,

      Kalbi – yağdan, gönlü baldan- şad olur.

      Dilek tutarsa, buz üstünde su kaynar. Balasız da bizim gibi taş yalar.

      Dua etti Bahir yeri kucakladı.

      Aksakalını gözden akan kan yıkadı.

      İkisi de bir gibi yalvardılar,

      Göğe, yere dualar yağdırdılar.

      Han ve vezir – bir ülkenin evlatları, savaşlarda gerçek dost ve tatlılar.

      Dilekleri kabul gördü, duyuldu, Kalplerinin düğümü de çözüldü.

      Onlar meşhur bahçeye ulaşıp, atlardan indiklerinde bir ağacın altında beyaz elbiseli birini görürler.

      Önünde çok sayıda kitap var. Kendisi de beyaz örtünün üstünde oturup kitap okumaktadır. Kapalı gözleri derinlere dalmış, bu dünya ile hiç ilişkisi yokmuş gibi gözükür.

      Han misafirin önüne gelir, selam verir ve der ki:

      – Ey, miskin, kimsin sen, ne yaparsın? Bu kitapların da neyin nesidir?

      – Ben müneccimim. Hanım, ben kitaplarda yazılana bakarım, gökyüzündeki yıldızlara bakarım ve insanların kalplerini okurum. Han: “Benim kalbimde bir ümidim var. Eğer onu okursan senin hakiki müneccim olduğuna inanırım”, dedi.

      Müneccim elindeki kalemini Hana uzatı: “Kalbindeki muradını bu kaleme söyle, ben de kalemin haline bakar, senin ümidini açıklarım.”

      Han kalemi alır. “Ya Rabbi benim bir çocuğum olmaz mı acaba?”, der ve dilenciye ettiği niyetini tekrarlayıp kalemi vezire uzatır. O da Hanın yaptığı gibi Allah’tan bir çocuk talep eder ve kalemi müneccime verir.

      Müneccim kalemi alır ve birçok yazı yazar, hesap eder. Sonra onlara bakar ve der ki:

      – Sizin biriniz Han, ikinciniz onun veziridir. İkinizin de çocuğunuz yok ve kalbiniz bu yüzde sıkışıktır. “Ya Rabbi bizim bir çocuğumu olmaz mı”, diye dilek dilemişsiniz.

      Han