Binnur Tüzün

Geçmeyen Geçmiş


Скачать книгу

indikten sonra annemin arkadaşları, tanıdıkları sardı çevremi, bazıları gözleri yaşlı ve duygulanmış bir halde bana sarıldı ve;

      “Kızım bizi çok duygulandırdın, annen bunları duysaydı ne kadar sevinirdi,” diye beni teselli ettiler.

      Annem o gün o sözlerimi duyamadı, hiçbir karne günümüze de tanık olamadı ve biz annemizi seneler sonra, yine bir anneler gününden bir gün sonra, ebedi yolculuğuna uğurladık…

      Annem! Canım annem! Kaç sene sensiz geçti anneler günümüz, kaç sene büküldü boynumuz. Sen, o sözlerimi o gün duyamadın ama, hâlâ bizimlesin, hâlâ içimizde yaşıyorsun ve sonsuza kadar da yaşayacaksın.

       (Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Ocak 2020)

      17 AĞUSTOS 1999

      Yaz tatilimizin ilk on gününü Yalova- Çınarcık’ta geçirmiştik. Ertesi gün ailece Ankara’ya gitmeye karar verdiğimiz için son günümüzü sahilde dolaşmaya ayırdık. Birçok alışveriş yeri, lokanta ve seyyar satıcılarla dolu, denize paralel caddesinde asılmış olan büyük bir tabelâ dikkatimizi çekti.

      “Çok Uygun Fiyata Satılık Daireler”

      Aslında tatile geldiğimizde daire almayı düşünmüyorduk ama ilânı görünce “Haydi, gidip bir bakalım!” dedik. Çocukları da yanımıza alarak İstanbul’a iner inmez havaalanında kiraladığımız arabaya binerek tabelâda yazan şirkete gittik. Önceden aradığımız için bizi bekliyorlardı. İçeri girdik, kısa bir hoş beş faslından sonra yetkili kişi önümüze yapılacak olan evin plânını çıkardı. Birçok şey anlattı. Evin büyüklüğünden tutun da hangi yönde olduğunu, çevre düzenlemesini, arsa büyüklüğünü falan… Sanki büyülenmiştik, eşimle hemen hesap yapmaya koyulduk. Hiç hesapta yokken daireyi almaya karar verdik. Peki nasıl ödeyecektik? Öyle olur, böyle olur derken sonuçta söz benim düğünde takılan takılara geldi…

      – Tamam, dedim. Ama karşılığında tapuyu benim adıma yaparsan…

      Aslında, geleneklere bağlı yetişme tarzından, onun böyle konularda ne düşüneceğini, nasıl bir tavır sergileyeceğini çok iyi biliyordum. Yine de şansımı denemek istemiştim. O esnada yetkili kişi evrakları düzenlemiş, imza için cevap bekliyordu. Eşim teklifimi kabul ederek beni şaşırttı. Ertesi gün kimliklerimizle beraber gelip, satış işlemini tamamladıktan sonra yola çıkacaktık. Çok mutluyduk. Bizim de artık bir dairemiz, bir yazlığımız olacaktı.

      Akşam oldu. Rahatlatıcı hafif bir rüzgâr çıkmıştı. Biz çarşıda gezimize devam ederken çocuklar sahilde dolaştılar. Yemekten sonra kaldığımız eve döndük. Sabah yola çıkacağımız için ben önce toparlanma işini hallettim. Sonra kimliğimi hazır etmek üzere çantamı açtım, baktım, kimliğim yoktu. Tekrar tekrar bütün gözlerine dikkatle baktım, yoktu. Eşimin, çocuklarımın kimlikleriyle beraber benim çantamda olması gereken kimliğim yoktu. İnanması çok güçtü ama yoktu işte…Nasıl olur da herkesin kimliği çantamda dururken benimki yok olurdu? Git gide büyüyen bir tartışmaya başladık eşimle. Vakit gece yarısını bulmuş, çocuklar yorgunluktan çoktan yatmışlardı. Büyük tartışmanın sonucunda eşim salondaki koltuğa kıvrıldı uyudu, nasıl olsa ben her şeyi hallederdim. Geride dünya kadar iş varmış kimin umurunda…

      Bavulları toparlayıp temizliği bitirdiğimde saat neredeyse gece ikiye gelmişti. Hem yorgunluk hem moral bozukluğundan bitkin düşmüştüm. Başımı yastığa ancak koymuştum ki büyük bir gürültü ile yerimden fırladım. Daha ne olduğunu anlayamadan eşimin bana seslendiğini duydum. Işığa koştum, yanmıyordu. Çocukların odasına doğru fırladım, ellerimle yoklayarak hemen buldum onları. Küçük kızımla ortanca oğlum tam ne olduğunu anlayamamışken büyük oğlum sarsıntının etkisi ile yataktan yuvarlanmıştı. Korkunç bir gürültü ve uğultu ile sanki ev yerinden oynuyordu. Bu arada eşimde yanımıza ulaşmıştı. Bir taraftan çocukları “Korkmayın!” diye sakinleştirmeye çalışırken diğer taraftan “Allah’ım, yardım et, sen bizleri koru.” diye dua ediyorduk. Eşim ve ben, bütün gece tartışmışken şimdi birbirimize sıkıca sarılıyorduk. Çocuklar deprem nedir bilmedikleri için korku ve şaşkınlık içindeydiler. Biz deprem de evin neresi sağlamdır diye bir o yana bir bu yana çaresiz çırpınıyorduk. Sonunda “Bir şey olursa hepimizi aynı yerde bulsunlar.” diye odanın ortasında, birbirimize sarılı bir vaziyette kalmaya karar verdik.

      Ne uzun bir geceydi…

      Sarsıntı durunca hemen çocukların sırtına ceketlerini giydirip masanın ortasında sabah için hazır bekleyen telefonlarımızı, şarjlarımızı ve arabanın anahtarını alıp kapıya koştuk. Dördüncü kattaydık. Çocukları boşluğa düşmesinler diye merdivenin duvar kısmına alıp karanlıkta duvarları tuta tuta dışarı çıktık. Bizden önce evin önüne çıkıp, yolda toplananlar olmuştu. Herkes birbirine “Nasılsınız, sizde bir şey var mı, iyi misiniz?” diye soruyordu. Çocuklarım çok korkmuşlar, tir tir titriyorlardı. Onları arabaya alıp İzmit ve İstanbul’daki ailelerimize ulaşabilmek için telefonlara sarıldık. Ama nafile, tüm hatlar kesilmişti, kimseden haber alamıyorduk… Tek iletişim aracımız; arabanın radyosundan zoraki bulduğumuz, şimdi adını bile hatırlayamadığım bir radyo istasyonuydu. Herkes arabanın etrafına toplanmış spikerden gelecek en ufak bir haberi bekliyordu. Sonunda spikerin sesi duyuldu. “İstanbul depreme teslim oldu. Dualarımız İstanbul için…” Spikerin diğer söylediklerini duyuyordum fakat anlamıyordum. Ortalık birden kararmaya başlamıştı…

      Kendime geldiğimde etrafımdaki birkaç kişi beni teselli ederek, güçlü olmam gerektiğini söylüyordu. Çocuklarımın endişeli gözlerinde gittikçe büyüyen korku vardı. Kafamda şimşekler çakıyordu. Biz dün akşam o kadar şiddetli tartışırken şimdi nasıl böyle sımsıkı birbirimize sarılmıştık? Nasıl bir sabaha uyanacağımızı, nasıl bir felâketle karşılaşacağımızı bilseydik tartışır mıydık? Kimlik daha sonra nereden, nasıl çıkacaktı?

      Gece karanlığı yerini yavaş yavaş doğan güneşe bırakıyordu. Etraf aydınlanınca felâketin boyutu daha da gün yüzüne çıkmaya başladı. Kaldığımız bölgede çok şükür fazla hasar, yıkılan ev yoktu ama arkamızdaki mahalle tamamen yok olmuştu. Tüm yollar yıkılan evlere ait enkazla kapandığından bir saatlik yolu bağlardan, bahçelerden geçerek altı saatte İzmit’e ulaşabildik. Bu süre zarfında tek iletişim aracımız olan radyo istasyonundan hâlâ aynı anons duyuluyordu.

      “İstanbul depreme teslim oldu. Dualarımız İstanbul için…”

       (Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Ocak 2020)

      BÖYLE GELME

      Sanki daha önce hiç bu sokaklarda oynamadım. Düştüğü zaman dizleri yara içinde ağlayan çocuk da ben değildim, annesini kızdırıp peşinde koşturan da. Yaramaz biri olduğumu hiç hatırlamıyorum. Öncesinde nasıl bir çocuk olduğum, o saçları iki örgülü beyaz kurdeleli kız ortaya çıkana kadar yazılmamış ki hatıralarıma…

      Sararmış yaprakların etrafımızda uçuştuğu bir zamanda, sabah uyanıp, kahvaltımızı yaptığımız halde işe gitmesi gereken babam hâlâ evdeydi. Bugün iş kıyafetleri de yoktu üzerinde. Gri takım elbisesini giymiş, saçlarını da özenle taramıştı. Evde olduğuna göre besbelli bir işi vardı. Anneannem kahvaltı masasının karşısındaki divana oturmuş eline aldığı tepsinin içindeki pirinci “Belki taş vardır!” diye kontrol ediyordu. Tek erkek evlâdı ile yedi sene felçli yatan eşinin ölümünün ardından annemi erkenden evlendirmek zorunda kalınca yanından ayrılamamıştı. Hayatını tek çocuğu olan anneme ve biz torunlarına adayan