bir şapka olurdu. Akşam hava erken karardığında annemle onu karşılamak için yola çıkardık. Karşıdan, başında şapkası ile geldiğini görünce nasıl da imrenirdim ona. Ailemizin göz bebeği, hepimizin gururuydu sanki ağabeyim. Hele anneannem toz kondurmazdı ağabeyime. “Benim bir erkek evlâdım olsaydı, bu kadar çile çekmezdik.” diye hep söylenir, dururdu. Çok zor günler yaşamış anneannem gençliğinde. Savaş döneminde nasıl kıtlık çektiklerini anlatırdı bazen, biz de masal gibi dinlerdik anlattıklarını. “Ağabeyinizin kıymetini bilin, onu sakın utandırmayın!” diye her defasında tembih etmeyi unutmazdı. Daha sonraki senelerde en büyük zevkim hep onun kitaplarını karıştırmak oldu. O, Erkek Sanat Okulu’ndayken ben çoktan Edebiyat Kitabı’nın gediklisi olmuştum bile. O kitapların birinde, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın beni çok etkileyen, zaman zaman dilime dolanan, hâlâ severek okuduğum bir şiiri vardı.
“Yediyordu Elif kağnısını,
Kara geceden geceden.
Sankim elif elif uzuyordu, inceliyordu,
Uzak cephelerin acısıydı gıcırtılar,
İnliyordu dağın ardı, yasla,
Her bir heceden, heceden.”
diye uzar giderdi.
Babam saatine bir göz attı ve “Haydi gidelim!” dedi. Birlikte evden çıktık. Oturduğumuz tek katlı, yola nerdeyse bitişik olan evimiz ile okul arasında kışın don tutan, karda kaymaktan korktuğumuz, her yağmur yağışında ayak bileklerimize kadar çamura battığımız uzunca bir yokuş vardı. Yokuşu tırmanıp, etrafı sıra sıra dizili evlerle dolu olan dar sokaktan geçerek okula geldik. Babam bir odanın kapısını tıklatıp içerden “Gel!” sesini duyana kadar bekledi ve ikimiz beraber içeriye girdik. Sonradan okul müdürü olduğunu öğrendiğim biri ile konuşup kağıtlara bir şeyler yazdılar. İşleri bitince masada oturan güler yüzlü, saçları hafif beyazlamış, babamdan biraz daha yaşlı olan o kişi bana dönerek:
– Sen şimdi eve yalnız gitsen evinizi bulabilir misin? dedi. Utanarak başımı “evet” anlamında salladım.
– Aferin sana. Artık sen de bizim öğrencimizsin. Okullar açılınca sen de buraya geleceksin, dedi.
Birkaç gün sonra okullar başladığı için sabah erkenden kalktık, annem yine saçlarımı iki örgü yapıp, uçlarına beyaz kurdelelerimi bağladı, kız kardeşimi de yanına alarak benimle okula geldi. Elime tutuşturulan siyah çantada defter, silgi, kalemtıraş, kurşunkalem ve bir de Alfabe Kitabı vardı. En çok sevdiğim şeydi beyaz kurdeleler… Okulun bahçesinde benim gibi siyah önlükleri ile beyaz yakalı, beyaz kurdeleli birçok kız vardı. Galiba ben okula gitmeyi beyaz kurdeleler için seviyordum. Zilin sesini duyan büyük sınıflardaki öğrenciler öğretmenleri eşliğinde bahçedeki yerlerini aldılar. Yeni başlayacak olanlar ise bir kenarda anne veya babaları ile bekliyorlardı. Sonra öğretmenimiz adımızı tek tek okuyarak bizi boy sırasına göre yerleştirdi. Beni, boyum kısa olduğundan sıranın en önüne aldı. Adının Hatice olduğunu öğrendiğim bir kız ağlıyor, annesinin elini bırakmak istemiyordu. Anneme baktım, annem gözleri dolu dolu olmuş, bir eli ile kardeşimin elini tutarken bana gülümsüyordu. Nihayet yerleştirme işi bitince bir öğretmenimiz ön tarafa çıkarak İstiklâl Marşı’mızı söyletti. Büyük sınıflardan biri de çıkıp andımızı okudu. Daha kimse yerinden ayrılmamıştı ki bir bayan öğretmen bana yaklaşarak:
– Bunlar ne? diye sordu. Korkmuştum. Ne olduğunu, neyi sorduğunu anlamaya çalışıyordum. Ben ilk gün ne yapmıştım ki bana “Bunlar ne?” diye soruyordu? Benim anlamadığımı görünce:
– Adın ne senin? dedi. Kalbim küt küt atarken, cılız bir sesle “Binnur!” diyebildim. Bir eli ile kulaklarımı gösterirken tekrar sordu.
– Bunlar ne? Elimi kulağıma götürdüm. Küpelerim… Kulağımda annemin çok önceden taktığı mavi taşlı küpelerim vardı.
– Bunları çıkar ve bir daha okula böyle gelme, okulda bunlar yasak, dedi.
Hemen o anda, oracıkta küpelerimi çıkarıp önlüğümün cebine koydum. Çok utanmıştım. Ben nereden bilebilirdim ki okulda küpenin yasak olduğunu? Belli ki annem de bilmiyordu, bilseydi beni okula öyle gönderir miydi? Gerçi abim de ortaokula gidiyordu ama o küpe takmazdı ki hiç…
Küpelerimi seviyordum ama okumayı daha çok seviyordum. Okuldan vazgeçemezdim, hem zaten öyle bir şansım da yoktu. O gün herkesin içinde beni o kadar utandıran küpelerim sayesinde okulun da kuralları olduğunu ve bu kurallara uyulması gerektiğini öğrenmiş oldum.
(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Ocak 2020)
ANLAMAYA ÇALIŞ
Babamla sürekli telefonda görüşüyorduk, o da bize hasta olduğunu, dışarı çıkamadığını söylüyordu. Ama, biz bu dışarı çıkamamasını yaşlılığına verdiğimizden, hastalığın ciddiyetini geç anladık. Ayrıca yanında eşi vardı, yalnız değildi. İstanbul’da yaşayan en küçük kız kardeşimiz Selin, sürekli ziyaretlerine gider, onlarla ilgilenirdi. Biz kendimize böyle teselli veriyorduk.
Şikayetlerin artması üzerine benden bir yaş küçük kız kardeşim Dilek İstanbul’a gitmeye karar verdi. Çalışmadığı için durumu en müsait olan oydu. “Tamam, sen git bir bak, biz de duruma göre hareket ederiz.” dedik. Gelen haberler maalesef hiç birimizin beklediği türden haberler değildi. Bir zamanların güçlü, kuvvetli, her işini kendisi yapan, yardıma muhtaç kimi duyarsa gece, gündüz demeden koşan, yaşadığı çevrelerde herkesin tanıdığı, uzak yollardan gelenlerin çekinmeden kapısını çaldığı babam, artık ayakta duramaz, desteksiz ayağa kalkamaz hale gelmişti. Sağ olsun Selma Abla ona iyi bakıyordu ama artık o da genç sayılmazdı. Çoğu zaman babama destek olmaya gücü yetmiyordu. Dilek hem babamın hastalığını tam öğrenebilmek hem de onlara bir nebze olsun destek olabilmek için gitmişti. İki hafta kalıp tekrar geriye döndüğünde bize “Gidebilen gitsin, görsün derim, çünkü bundan sonra ne olacağı belli olmaz, her an her şey olabilir.” dedi.
Babamın kalbi vardı, son muayenelerinde böbrek yetmezliği üzerinde durulmuş ama henüz bundan kesin bir sonuç çıkmamıştı. Şimdi de bağırsak sorunu ile karşı karşıyaydı. Doktorlar Kolonoskopi yapılması gerektiğini söyledikleri halde vücudu çok bitkin düştüğünden ne hastaneye yatırıp tedavi ediyorlar ne de Kolonoskopi yapıyorlar, sorulan sorulara “Bu yaşta artık ne bekliyorsunuz?” gibi yanıtlar verip eve gönderiyorlardı. Babam her an bir kalp krizi ya da felç geçirebilirdi.
Hepimiz can atıyorduk gitmeye. Benden önce de Ankara’dan ağabeyim gitmişti yanına. Ben de iş yerinden bir hafta izin alarak cumartesi günü uçakla İstanbul’a gittim. Evin kapısına gelince zili çaldım. Selma Abla açtı kapıyı, beni karşısında görünce şaşırdı tabii. Babam ise sabah kahvaltısını yaptıktan sonra bütün gün zamanını geçirdiği kanepenin üzerinde uyuyakalmıştı. Yavaşça yanına yaklaştım ve elini tuttum.
– Baba! Babacım ben geldim, dedim. Sesimi duyunca zorlukla arkasını dönmeye çalıştı, yüzüme baktı. Sitemli bir sesle:
– Biz seni beklemiyorduk, dedi.
Alındığımı hissettim birden.
……
Kısa süren bir sessizliğin ardından hemen kendimi toparladım. Gülerek, şakayla karışık:
– Uçaklar gece yolcu almıyorlarmış, kaldım bu gece başınıza, dedim.
Doğrulup, uykusu açılınca “Hoş geldin kızım!” dedi. Ellerini öptüm, sarılıp kucaklaştık. Hâl, hatır sormalar bitince yorulduğu için kollarından destek vererek yatmaya götürdük.